Kod

Bloglar
mobilya kulübü
Bloglar
mobilya kulübü
Bloglar
mobilya kulübü
Bumerang - Yazarkafe
Bumerang - Yazarkafe
Bumerang - Yazarkafe

20 Aralık 2017 Çarşamba

Hissizleştik be kardeşim.



     Şarap kültürüm ve damak tadım pek yok. Haa, alkol mü, yine de şükür o zaman. -Rakı abi. Yeni rakı.-


     ''Sevmiyorsun sen. Şımarık birisin. Fazla poh pohlamışlar seni. Hissizsin. Kendini kapatmışsın. Hiçbir şeye izin vermiyorsun. Siktir git!''


     ''La kalk! Bizde katılalım ölüyü anmaya. Herkes toplanmış yanımızda sen burada oturmuş kahve içiyorsun. Ayıp lan!''


     İki farklı diyalog. İkisi de bana söylenmiş cümleler. Yusuf Hayaloğlu'nun deyişi geliyor aklıma, hep: ''Hiçbiriniz hiçbir dilde beni anlamadınız.'' Anlamadınız amına koyim! ya da anlamak istemiyorsunuz, bilmiyorum. En büyük sorununuz EMPATİ yoksunuz olmanız. Bilmeden, öğrenmeden konuşuyor ve yorumluyorsunuz, yazık...


     Sevmiyorum, hiçbir şeyi. Daha kendini sevmeyen bir insan -sevemeyen demiyorum- başkalarını nasıl sevsin ? Çıkarcısınız oğlum hepiniz. Öğrendim, gördüm ben nasıl birer YARATIK olduğunuzu. Her anlamda.


     Sevdim, aşık oldum. Duygu ve hislerin en güzel en temizini düşündüm. Düşünmeseydim keşke. Sikiyorsunuz çünkü.


     Derdimi, acımı paylaşmak istedim; ya geçiştirdiniz ya da kendinizi öne attınız. Susturdunuz beni giderek. Sevgiyi, aşkı ve güzel olan her şeyi kitaplarda, kitapların kahramanlarında buldum ben. Sazlı-sözlü, bağrıyanık türküler de buldum. Hayvanlarda buldum. Gökyüzünde buldum. Yeryüzünde ve sizden hiçbir şey bulamadım ve bu saatten sonra da hiçbir beklentim yok sizlerden. ''Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!'' Ha! aynen öyle işte. Hissizleştim. Hissizleştirdiniz. Ne acı umurumda ne de güzel. Hem biliyorum: Acı düştüğü yeri yakarmış sadece.. Öldüğüm zaman annem bile ben toprağa karıştığım vakit arkasını dönüp gidecek... Diyorsun, diyorsunuz ya hani bana öyle cümleler...


     Seviyorum ben be. En güzel ben seviyorum, ben severim, bilmiyorsunuz. Duygu ve hislerin en genişini yaşıyorum ben, bilmiyorsunuz. Olmayan birinin/birilerinin hayalini kurup oynatıyorum kafamda. Sizin haberiniz yok. O yüzden: Siktirin gidin!


     Ne yapayım ? Sahte gözyaşı etkinliğine ben de mi katılayım ? Kalabalık dağıldıktan sonra söylenenler, yapılanlar devam edecek mi ? En çok ben üzülüyorum, her şeye. Sen düşünüyorum. Siz(ler) 'anlık' yaşıyorsunuz, kandırmayın kimseyi. Umudum tükeneli çok oldu. Geriye bir kaç kırıntı vicdan ve merhametim kaldı. Bunlarla beni başbaşa bırakın.

18 Aralık 2017 Pazartesi

Hey gidi Karadeniz..



     Çok mücadele ettik biz seninle; her şeye. Hatalı olan yine benim tabii. Ama sana da çok kızıyorum. En çokta, beni dinlemeden, gerçeği bilmeden kendi kafandan senaryolar yazıp ona göre düşünmelerin ve konuşmalarına kızıyorum. Bana o otobüs biletini yırtıp attırdın ya... yırtılan sadece otobüs bileti değildi: Kalbimdi. Duygularımdı. Heyecanımdı...


     Birbirimize kavuşamama olayından zaten hep şikayetçiydik. Hep bir engel, hep bir neden çıkıyordu. Hangimiz cenabettik, bilmiyoruz..


     Plan şuydu: Otobüse bineceğim. -cam kenarı yerime kurulacağım tabii ki.- yanına gelene kadar hiç uyumayacağım. Zaten sana kavuşmanın güzelliğiyle nasıl uyku girsin gözlerime ? Kitap okuyacağım ve müzik dinleyeceğim. Tabii bir de ağlayacağım. Sana kavuşmaya az kala beni bir heyecan ve korku saracak. İliklerime kadar terleyeceğim. İnsanlar, belkide kalp atışımı duyacaklardı. Sonra.. sonra sen beni bekliyor olacaktın. Otobüsten indiğim zaman, önce o güzelliğini görüp ve durumun gerçek olmasını kavramam için robot gibi duracağım bir süre. Sen bana sarılacaksın ben ona bile tepki vermeyeceğim belki de. ''Hoş geldin.'' ya da ''Merhaba'' deyişine kadar. -Belki de tokat atarsın. Karadenizlisin netice de, olabilir.-


     Ellerimi sen tutar mısın ? Ben utanırım çünkü. Niye utandığımı bilmeden hemde. Ya da hayır! Sarılmaya devam et sen. Sarıl bana. Hep! Beni konuşturma çok. Ne yapacaksan sen yap; konuş,gül,ağla,sinirlen... ben de seni izleyeyim. Mimiklerini, saçlarını, kokunu hissedeyim. Sakın ola konuşmuyorum diye olumsuz düşünme. Yemin ederim benden mutlusu yok.


     Sana en çok: ''Benimle uyu.'' diyordum. Kokunu içime çeke çeke uyumak.. Allah'ım!


     Yemekler yapacaktın bana. Sizin yöreye özgü. Bırak yemekleri. Aç kalırım ben. Yanımda olduğun sürece dayanırım ben. Hem, yanımda olduğun sürece doyarım ben birazcık, senden...

     Rakı içelim ama seninle beraber. Yok, onu içemem dersen eğer; şarap içeriz o vakit. Karşımda oturup sarhoş edersin beni. Alkolün en büyüğü sensin... İşte o zaman, o gece sevişelim seninle. Kavuşamamanın uzun sürmesinden tut da; bize engel olan her şeyi düşünerek sevişelim. Ellerin belimde değil, yorganı sıkmakta olsun... Amacımız rahatlamak olmasın; hissetmek olsun. Her şeyi...

     Olmadı. Bunların hiçbiri olmadı. Olduramadık. Hatalı yine benim tabii, hep. Suçlusun. Anlamadın beni. Hep konuşmamı bekledin sen ve kaybettik. İnsanoğlu! beni yorma artık. Çünkü ne kendimi tanıtıp anlatmaya ne de bir başkasını dinlemek istemiyorum artık ben.

3 Aralık 2017 Pazar

Başlıksız.



     

       Size de  oluyor mu bilmem: Birden bire böğrüme bir huzursuzluk,mutsuzluk -kaba tabiriyle, öküz oturdu içime.- çöküveriyor. Bundan kurtulmam da bir hayli zamanı mı alıyor. Acaba diyorum kendi kendime, çok mu düşünüyorum, her şeyi. Geçmişi katmayacağım çünkü geçmişten bir türlü sıyrılıp kurtulamıyorum. Sebep sebep sebep...

        Tıp bölümü okuyan arkadaşlarıma hep şunu söylemişimdir: Kurbanın olayım, düşünce ve hisleri
almanın tedavisini bulun. Adım atın gerekirse. Ben gönüllü olarak ve seve seve deynek bile olurum size, diyorum. Gerçekten kurtulmak istediğimden mi bilmem ama böyle bir tedavi yöntemi olursa kesinlikle 'ilk' ben tedavi olacağım.

        Müzeyyen Senar, çalıyor arka planda. Şu an düşündüm de; ben niye sarhoş olamıyorum ? Sahi la, niye ? Kendimce, sirozdan ölüp gebereceğimi düşünüyorum ama sarhoş olamıyorum. Vay ben böyle ironinin amına koyayım. Sarhoş olsam mesela; ben dışında başka biri.. yaptıklarımdan, söylediklerimden tamamen muafım. Arkasına sığınmak olarak görmeyin, gerçekçi bakın.


Ağlanacak halime gülüyorum şu anda.

Garipsin be insanoğlu...

26 Kasım 2017 Pazar

Tutsak



     Bastırıyorum nakaratımı tuz gibi yaralarımın mihrabına. Yankılanıyor şarkım, senin kibirli duvarlarında yalnız başıma dinliyorum sesimi. Çünkü aşk, hayal demekti sevgilim ve sadece bir dilek hakkım vardı benim...

     Öldürdüm artık ötekileri. Çünkü sensizlik bizatihi yalnız demekti.
     Bugünde geçecek, dokunulmaz sanrılarına bir yenisini ekleyecekti. Biz niye harap ettik kendimizi böyle, oysa gecenin bir yalanı yokmuş. Tutkusunda herkes masum.
     Unutmak için binlerce neden uydurmuştum kendime, seni gördüğüm anda...
     Neyse, unut gitsin.

     Sen yine de gittin sessiz bir vedayla. Ben başucunda bekledim aşkımızın kimse çalmasın diye. Bütün şeytanlar biraraya gelse yine de beni baştan çıkaramayacak ki.

     Ellerimi ne zaman bıraktın ve ben bu hale nasıl geldim ? Yanıtını elbette biliyorum, siz yalnızlığı neden sevdiğimi merak edin. Son bir şey sormak isterseniz, mesela son arzum gibi. Ben kimseye güvenemeyecek miyim ?
     Kaderim kaybolmak mı, varsa kaybetmek mi ? 

     Gecelerimde donan yalnızlığımı gün acımasızca yakıyor. Korkuluklarımdan aşıp arkanıza düşüyorum. Görünmez çekimlerin sahte rollerindeyim. İtirafımdır bu, istemiştim kalbini çalmayı. Ama şimdi yakalanan zavallı bir hırsız gibiyim. Kamaşmış gözlerimle ''zaten çalamamıştım'' diye haykırıyorum. Sonra fısıldıyorum benliğime: Zaten yoktu.

13 Kasım 2017 Pazartesi

Rabbim! Bana da bir İnşirah




     Güzel bir yaşantımın olmadığını biliyorum. Her ne kadar: ''Bu sefer düzelteceğim kendimi. Yeni bir 'ben' olacağım.'' desem de... Yaşantıyı, anlamlı ve yaşanabilir kılmak, bizlerin elinde, değil mi zaten ? Gün içerisinde basit ve yapmacık roller içerisinde bulunmaktan yoruldum. Güldükten, gerçekten güldükten beş dakika sonra gülmemin yersiz olduğunun farkına varmaktan yoruldum. Kendi  içimde, kendi zihnimde ve kendi duygularımla boğuşmaktan ve her seferinde de kendime yenik düşmekten yoruldum.

     Şu an yazıyorum mesela: Beni mutlu eden şeylerden biriydi oysa yazmak.. yorulduğumu hissediyorum. Kafamı çevirip odamın içine bakıyorum. Duvarlarda posterler. Ne mutluydum oysa onları duvara asarken.. üstadların, bana 'en' çok dokunan deyişlerini yazmışım duvara. Hepsi de beni anlatıyor, beni anımsatıyor sanki... Kitaplığım! en çok sana bakarken mutlu oluyorum. Sığmayan kitaplarımı dışarıda, soğukta bıraktığın için kızıyorum sana ama.

     Neden bulanık oldu her yer ? Yine mi gözyaşlarım. Yine mi hüzünlü, iki derece miyop gözlerim.

Yoksa..

Çaresizliğin ve bitkinliğin son çırpınışları mı?

     Hemen sağ tarafımda bez gardırobuma bakıyorum. İli senedir bu odadayım ve daha yeni bir gardırobum oldu. Elbiselerimi ilk başta ne büyük özenle yerleştirmiştim.. sigaram ve kuruyan yapraklara bakıyorum. Eh be! benim ağız tiryakim.. artık sen de eskisi gibi etki etmiyorsun bana, neden ?  Acaba sorunum bu mu ?  Her şeyden sıkılmaya mı başlıyorum ? Ya da kendimi mi kandırıyorum ? Kendimi kandırmaktan da çok yoruldum oysa. Bu hayatta en çok kendimi kandırdım zaten...

     Üniversiteye hazırlık kitaplarım el sallıyor bana şimdi de. Olur da sınava tekrar girer, kendimi daha iyi hissedeceğim bir bölümde okurum, diye. Bak! yine kendimi kandırıyorum. Geçmişte kandırdığım yetmemişçesine.

     Kitaplığımın üstünde Kuran-ı Kerem. Hep olmasa da ; içten içe hep ona yönelmek istediğim kitap. Dokunmaya hakkım olmadığını bildiğim için, bakıyorum sadece. Ah bir okusam... Duraksayıp, aklıma bildiğim ayetler geliyor. Hareket etmeden; içimden, o 'en karanlık tarafımdan'

     ''Bana da bir İnşirah!'' diyorum. Ellerim üşümüş. Çalışma masamda bir not:

     ''Bir yere kadar yaşamak güzel.
      ama bir yerde ölüm, güzel oluyor.''
                        -Ümit Yaşar Oğuzcan.
   
     Kim bilir ? Belki de bugün ölümün o güzel olduğu yerdeyim.

11 Kasım 2017 Cumartesi

Baharson




          O hiç kıyamadığın ayakkabılarını giy de gel.
          çimenlere çıplak ayaklarla basacaksın zaten,
          yazık olmayacak ayakkabılarına;aksine ayaklarına dahi bahar-bahçe gelecek,
          öyle bir bahar ki baştan sona çiçekli
          öyle bir bahar ki baştan sona temiz.


     Kalbinle düşünüp beyninle sevebildiğin kadar yürüyebileceğin o yollarda, savrula savrula düşmeden, eski bir buz pateni artistinin en artistik hareketi belki de senden gelecek.

     Öyle hatırlanacaksın.
     Nerede mi ?
     Şu iç günlük ömürde.

     Şu dünyada bir başka yol daha varsa eğer, o yola işte böyle çıkılacak. Kafada başlayan ama kalpsizliğe tahammülü olmayan adımlar gerekecek sana, bana.

     O BAHAR GELECEK!

8 Kasım 2017 Çarşamba

Ben Ölmüşüm




     Kanıyorum. Söz gelişi değil, gerçekten kanıyorum. Şu an bunları ağzımdan,burnumdan ve tüm bedenimden çeşme gibi akan kanlara rağmen yazıyorum. Yazıyorum, niye? Çünkü biliyorum; ağzımdan tek bir kelime çıkmayacak. Dilim lâl olup kilitlenecek. Bu yüzden yazıyorum. Ama bazen kalem bile yazmıyor düşündüklerimi. Yorgun bedenime çektirdiğim gibi, kalemde taşıyamıyor artık beni. Aklıma hep intihar etmek geliyor. Tecrübemde var ama sonuç? Elde var sıfır! Düşünüyorum, niye ölmedim, niye ölemedim... Ölüm, kolay bir şey aslında. İnsan, kendi yaşamına çok kolay bir şekilde son verebilir halbuki. Ümit Yaşar Oğuzcan'ın da dediği gibi: ''Öyle ölünmez, böyle ölünür.'' diyip Galatadan aşağı bıraktığı gibi kendini.

     Ben zaten,
     ben çoktan,
     ben hep,
     ölmüşüm.

     Yaşayıp yaşamadığımı kestiremiyorum bir türlü. Belki de öldüm ve cehennem denilen yerde böyle bir yer ? Durumu bana çaktıran yok belki de...

13 Eylül 2017 Çarşamba

Yakamoz



     Siz hiç sessiz sessiz ağladınız mı? Ahmet Kaya'nın da şarkı sözlerinde söylendiği gibi..

     -Derince bir nefes sigarasından çekti.- Ben, hep sessiz sessiz ağlayanlardanım. Nasıl oluyor demeyin amınkoyim. Her şeye sebep ya da mantıklı bir cevap aramayın. Oluyor işte. 1-2 gün mutluysam diğer günler.. Allah ne verdiyse işte. Gerçi Allah pek bir şey vermiyor da, neyse... çok inandım. Her şeye. Hep kandım. Her şeye. İnandım. Hep. Sonuç ? Sonuç koca bir hiç. Sanırım Nihilizm'i bu yüzden benimsiyorum.Geçmişime bakıyorum, acaba böyle bir buhranlığa düşecek bir hata mı yaptım diye, yok. Yemin ederim yok ulan! Sütten çıkmış ak kaşık olduğumu söylemiyorum, değilim de zaten ama sürekli karanlığın içinde yaşayacak bir şey yapmadım ben.

     Yıldızlı bir gecede, gökyüzünün altında kendini acemi ve çaresiz hissedersen, bu, yıldızlara bakarak başka şeyler düşündüğün içindir. Yıldızlara bakarak yalnızca yıldızları düşünmek gerekir. Ama olmuyor ki, hiç olmuyor. Ne istediğimi, ne olmak istediğimi bir türlü kestiremiyorum. Sürekli kendimi gaza getiriyorum. Yok bu sefer değişecek, yok bu sefer farklı olacak vs vs vs... çok düşünüyorum, her şeyi. Düşündükçe de kızıyorum. İçten içe kendimi kemiriyorum. Saatlerce oturup ağladığımı saymıyorum bile. Üst kattakiler sevişiyor.. ''Çok mu güzel lan hayat! gerçekten çok mu mutlusunuz göt laleleri. Yapıyorsanız bari sessiz yapın amınakoyim...'' demek istiyorum ama demiyorum tabii.

     -Bir sigara daha.- Oynadığım tasolar, gökyüzünde kaybolan uçurtmam, nerdesiniz oğlum nerdesiniz... Bunların hepsi sizin yüzünüzden amınakoyim...

9 Eylül 2017 Cumartesi

Asfalt




     Ah! şu yollar. Ne kadar da çok şeye şahit oldular. Acılara, sevinçlere, hüzünlere, karma-karışık duyguların nicesine...

     Gece yolculukları bir başkadır. Sessizlik, insana arkadaş oluyor o vakitlerde. Ama bu arkadaşlık hep iyi olmuyor.

     Cam kenarı ve en ön taraftaki koltuk önemli. Gece saat 03.00 suları. Otogarda, gündüz vakti gibi pekte yoğunluk yok. İlk izlenimler otogarda başlıyor. Ayakta, sol taraftaki ağabey, cebinden sigarasını çıkarıp yakıyor. Sonra volta atmaya başlıyor. Kim bilir neyi düşünüyor... Teyzem, koca koca eşyalarının başında boynu bükük, otobüsün gelmesini bekliyor. Temizlikçi ağabeyler, otogarı biraz da olsa temizliyor. Ah! sevgililer var bir de. Kız ya da erkek, ikisinden biri yolcu. Biri de uğurlayan. Uğurlayan taraf olmak daha zor bence. Sevgiliyi, o en sevgiliyi bırakıp göndermek... Normalde bu saatlerde belki de sevişiyorlardı. Tenleri, tüm çıplaklığı ile birbirine değiyordu. Gözlerinin içlerine bakıp; duygu, düşünce ve isteklerin hepsini çok daha net görüyorlardı. Şimdi ise, biri gidiyor. Biri giderken çok şey götürür geriden. Allah'ım! sarılıyorlar. Sanki bir daha birbirlerini görmeyecekmişçesine sarılıyorlar.

''Aşağıda yolcu kalmasın!'' dur be muavin kardeş. Hatta o an zaman dursun. Ama nafile... bir kez daha aynı cümle. Ailesinden, akrabasından ve sevgilisinden ayrılacak olan kişilerin belki de hiç sevmediği cümle bu. Otobüsteki yerlerini alıyor herkes. Gözyaşları dinmiyor. Gözyaşları bazen hiç dinmiyor. El sallanıyor gidenin ardından. Ne hikmetse?.. Hayır duaları ve sağ-salim yetişme arzusuyla, otobüs, yerini ayırdıklara bırakıyor. Bütün bu olanlara karşın, ben, bilmem kaç sigara içip izleyicilik ettim.

     Gökyüzü karanlık. Benim gibi. Gökyüzü uçsuz bucaksız. Benim gibi. Gökyüzü parlıyor. Ben.. benim içim ise hep karanlık.

     Sigaramdan derin bir duman alıyorum. İşte, benim otobüste geldi. Sarılacak birinin olmamasından mütevellit, otobüsteki yerimi alıyorum. ''Keşke ben de birine sarılsaydım...'' Dinlenen müzikler öyle sıradan değil. Her birinin ayrı bir izlenimi ve oluşturduğu duygu durumu var. Yollar boş. Kimileri uyuyor, kimileri birilerini düşünüyor.. sanırım en çok düşünmeye ve ağlamaya ayrılmış gece. Birer birer asfalttaki şeritleri geçiyoruz. Zihnimden de her şey. Her şey! Sus artık! N'olur sus! diyorum zihnime. Ama... siktikçe sikiyor. Yan tarafımda sevgili. Kız, çoktan uykuya dalmış. Kız, çoktan sevdiği adamın omuzunda uyuyor. Muavin bey, bende yatacak bir omuz alabilir miyim?

     Gecenin ıssız karanlığında, hep olduğum gibi, yalnızım. Şeytan, yılların tecrübesi orospuçocuğu her şeyi bir film gibi seriyor zihnime. Hatalarım, iyiliklerim, düşünüp istediklerim...tam bu zamanda ''Allah'ım! bana da bir inşirah.'' diyorum.

     Zaman geçmiş. Müzik listemden bilmem nasıl, ne ara kaçıncı şarkıya atlamışım...

3 Eylül 2017 Pazar

ÖZLÜYOR İNSAN.




     Bazı şeyleri özlüyor insan. Bazı şeyleri çokça özlüyor insan. 

     Ben de özlüyorum. Bu özlem illa birine karşı duyulan bir his değil, olmamalı. Ben de özlüyorum. Çocukluğumu, en çok çocukluğumu özlüyorum. Yaşamadığım çocukluğumu. Yaşayamadığım çocukluğumu da özlüyorum ama en çok yaşamadığımı. -Sen şu an bile yaşıyor sayılmazsın ki- Sus sen! Ya da susma. Beni, benimle yaşayan ve yaşayarak öğrenen bir sen varsın. Susayım, sen konuş diyorum, yok diyorsun. Şu an olduğu gibi, değil mi ? İç ses ? Neyse... çocukluğum -şuna çocukluğum deme bari amınakoyim.- Haklısın. Küçük yaşlarımda en çok hatırladığım şey ve şu an bile mutlu olmamı sağlayan; dört tekerlekli bisikletten iki tekerleğe geçiş anım. Nenemin evi bahçeli ve büyük olduğu için okuldan çıktıktan hemen sonra oraya giderdim. Akşam vaktiydi; küçük, mavi ve dört tekerlekli bisikletimle sokaklarda cirit atıyordum. Öyle bir pedal çevirişim oluyordu ki sanarsınız İngiliz yarış atı. Sokakta bisikletimi sürerken öyle delice birden arka dört tekerleğin artık eskisi gibi yeni ve dayanıklı olmadığını farketmiştim. Yavaşlatıyordu beni ya da ben öyle düşünüyordum. Durdurdum bisikletimi ve kaldırımın kenarına sokulup ellerimle arkada ki küçük iki tekerleği çıkarmaya çalışıyorum. Yok, bana mısın demiyor şerefsiz. Çıkmıyor bir türlü. Ama onunkisi inatsa ben ondan daha inadım. Hemen koca bir taş almıştım ve küçük tekerleklerin üzerlerine vura vura en sonunda çıkarmayı başarmıştım. ZAFER! Çıkardım çıkarmasına da, ulan ben şimdi iki tekerlekli bisikleti nasıl süreceğim ? Beni annem 4-5 yaşına kadar altımı bağlayarak salmış, iki tekerlekli bisiklet nasıl olacak ? Oldu. Bir şeyi daha doğrusu güzel bir şeyi çok isterseniz öyle veya böyle olur. İnsan, kendine güvendikten sonra ve ne yapacağını nasıl davranacağını bildikten sonra gerisi çok rahat geliyor. Bisikletime bindim ve sürmeye başladım. İlk başlarda tepe taklak oldum ama sonra ağzına sıçtım iki tekerlekli bisiklet sürmenin. Alın size bir ZAFER daha.

     Okulu sevmezdim belki ama gideceğim saati severdim. Çünkü sabah, benimdi! Öğlenciydim. Saat 12.15'te ders başlıyordu. Şimdi ki gibi hayvan gibi uyumuyordum tabii o zamanlar. Sabah saat 07.00 oldu mu hooop ayaktaydım ben. Bunda tabii akşam 21.30'da yatmanın etkisi de var, olmalı. Yoksa deli mi sikti beni sabahın köründe uyanayım. 07.00'de uyanıp hemen televizyonun başına koşup Tom ve Jerry'yi ya da D çocukta hangi çizgi film varsa onu izlemeye koyulurdum. Bir saat aradan geçti mi mahalleden, aşağıdan bana seslenilirdi. ''Uyandın mı? Hadi in aşağıya, seni bekliyoruz.'' Allah'ım ne de güzel cümle bu benim için. Sabahın daha 08.00'i ve ben aşağıya inip arkadaşlarımla mahallede oyun oynayacağım. Özgür vardı, aşağı kattaki komşunun çocuğu ve benim mahallede en çok sevdiğim arkadaşım. Mahallede en çok onunla oyun oynamayı severdim ve genelde her sabah o beni çağırırdı aşağıya, oyun oynamaya. Annem, tabii artık ustalaştığı için kadın o da saat 08.00 gibi uyanır ve bana bakardı. ''Aşağıya mı ineceksin yine?'' Masum bir baş sallama ile 'evet' cevabını verirdim. Daha sonra da ''Özgür'de aşağıda hem, onunla oynayacağız.'' Bu cümleyi söylememde ki tek sebep: Bak, alt komşumuzun oğlu inmiş aşağıya oynuyor. Annesi izin vermiş ona. Sen de izin ver'di. ''Kahvaltı yapmadın daha, kahvaltını yap inersin sonra.'' O zamandan beri bu kadın benim sabahları kahvaltı alışkanlığım olmadığını bir türlü kabullenmek istemedi. İlla zorla sabahleyin o kahvaltı yapılacak arkadaş. Anne işte... ben hem zamandan kaybetmek istemediğimden hemde Özgür ile bir an önce oyun oynamak istediğimden ''Aç değilim, yemiyeceğim anneeeeeğ!'' derdim ama annem bunu anlamazdı tabii. Yarım ekmeğin içine peynir, domates ya da bazen peynir reçel sürüp öyle koyverirdi beni. İtiraf edeyim, yiyordum da o yarım ekmeği. Bir elimde annemin bana yaptığı yarım ekmek kahvaltım ve diğer tüm hareketlerim oyuna ayak uydurma ile ilgili. En güzel sokak oyunlarımdı o zaman. Sevdiğim çocukluk arkadaşımla birlikte olup oyun oynamak, sabahın köründe hemde. Özledim. Özlüyorum...

     ''Sen benim en iyi arkadaşımsın.'' Öyle miyim ?
Lise zamanları çok eğlenceliydi. Bendeniz, fırlamanın önde gideniyim tabii. İlk iki sene Anadolu Lisesinde okudum ve hiçbir bok anlamadım okuduğumdan. Benim için okumak; ders dinlemek, ders çalışmak, test çözmek vb şeyler değildi. Haylazlık, kurnazlık, yaramazlık, eğlence ve bol kahkahaydı. O yüzden İkinci seneden sonra Meslek Lisesine geçtim ve geçer geçmez -ortamı, çevreyi, çocukları görünce- ''YEAH! işte benim ortamım, tabiatım bura'' dedim. Gerçekten de öyleydi. İngilizce dersinde hocanın önünde arka tarafta halay çekmemiz mi diyeyim; kız-erkek karışık uzun eşek oynamamızı mı, simit, zımba oynayıp birbirimizi dövdüğümüzü mü, yoklama listesini alıp yırtıp, topluca disipline gitmemizi mi... ve her şeyden en güzeli; bir sorun, sıkıntı, üzüntü olduğu zaman içimizden birine hep birlikte dayanışma içerisinde olmamız. Ulan be!!! derste çalışıyorduk elbet ama çok değil. Sınavlara hep bir önceki tenefüs çalışır, sınav zamanında kopya çekmenin de amınakoyardık. Sevgili liseli arkadaşlarım; öpüyorum sizi ve özlüyorum o anlarımızı. Gerçi hala birbirimizi instagram, facebook gibi yerden arkadaş olarak eklemişiz ama pekte muhabbetimiz yok tabii. Bitiyor demek istemiyorum ama eski bağ bir süre sonra azalıyor, gevşiyor, gevşiyor... Vedat vardı, liseden. En yakın, en can dostumdu. Sürekli birlikteydik. Sabahları okuldan kaçıp akşama kadar internet kafede oturmamızdan tutunda karne günü ''Acıların çocuğu'' mode on ve ''Ulan şimdi biz ne bok yiyeceğiz?'' hissine kadar her şeyimiz BİR'di. Senin-benim param yoktu hiç. BİZİM paramız vardı. Kendi evinden çok bizim evdeydi Vedat. Annemin bir diğer oğlu olmuştu. Annem de severdi Vedat'ı. ''Sen benim en iyi arkadaşımsın!'' demişti bana. Vedo, o an ne söylediğimi siktir et. Şu an diyorum ki: ''Öyle miyim la?'' Değilim. Başka ortamlar, başka kişiler aklını bulandırıyor insanın. Vedat'a da öyle oldu. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen çocukla hoppp koptuk gittik. Bitiyor arkadaş, her şey bitiyor. Hatta, her güzel şey illa bitiyor amınakoyim. Özledim seni Vedo. Aklımdasın sen. Düşüveriyorsun bazen aklıma. Yaşadıklarımız, yaptığımız ibnelikler ve güzel şeylerde tabii. Özlüyorum Vedo...

     Özlüyorum yine işte. Özlüyorum amınakoyim. Tekrardan birini sevmeyi, kendimi ona ait hissetmeyi özlüyorum. Bu sefer ki özlemim başka. Belki de en ağır olanı, bilmiyorum. Ve kusura bakmayın; bu özlemi yazacak kadar güçlü değilim daha ben. Hissizleştim. Ya da ben öyle sanıyorum. Tıpta, duygu ve düşünceleri, vicdan ve merhamet duygusunu söküp alabilecek bir tedavi yöntemi olsaydı eğer; ilk ben yatardım o tedavi masasına...

   

31 Ağustos 2017 Perşembe

(Ç)anakkale.




                            Şimdi fark ediyorum da; Çanakkale ve sen. Çiğdem.

     Çocukluktan beri hayalim olan gezginliği, üniversiteyi kazanınca gerçekleştirmeye başladım. İzmir'de okuyordum ama İzmir'de durduğum pekte söylenemez. Türkiye'nin 81 ilini karış karış geziyor; keşfediyor, insanlarına karışıyor ve fotoğraflarımı çekiyordum. Bu gerçekten de çok güzel bir eylem. Deneyin derim.

     Gece saat 01.00 suları. Bilgisayarda öyle başı boş dolanırken telefonuma gelen o ürkütücü mesaj: ''ÖSYM, TERCİH SONUÇLARINI AÇIKLAMIŞ.'' Neden ürkütücü dediğimi anlamışsınızdır diye tahmin ediyorum. Elim ayağım birbirine karışmış hemen Ösym'nin sitesine girip sonucumu öğrenmenin peşindeyim. Site çökmüş. Site iptal. Amına koyim ne ara duydunuz da ne ara sisteme üşüştünüz sevgili kader mahkumu arkadaşlarım ? İnsan gerçekten hayret ediyor. Neyse, TC kimlik numaramı ve aday şifremi girdikten sonra o muazzam açıklama: ''KAZANDINIZ.'' Şu an bile mutlu oldum bak. Çok arkadaşım olmadığı için arayacağım çokta kişi yoktu. Sadece çocukluktan beri süregelen, devam eden arkadaşımı arayıp, sonucunun ne olduğunu sordum. ''Çanakkale'yi kazandım la ben. Sen ne yaptın ? '' N'apim işte, ben de İzmir'i kazanmıştım. Gel zaman git zaman ikimiz de kazandığımız üniversiteyi, bölümü okumak için kendi evlerimizden, yurdumuzdan; okumak için ayrı ayrı şehirlere gitmiştik. Ben gezginliğe başlamıştım. Durur muyum hiç ? Gecenin bir yarısı, yurtta öyle otururken telefonum çaldı. Dostum arıyordu: ''N'apıyon la dalyarak ? '' ''N'apim la, yurttayım öyle oturuyom, sen ne yapıyon?'' ''İyi ben de, öyle oturuyom. Lan göt, her yere gidip geziyon da Çanakkale'ye, yanıma niye gelmiyon?'' İşte hayatımın sonrasını sikecek cümlenin başlangıcını yapmış oldu çok değerli kardeşim, dostum. ''Tamam, yarın geliyorum la.'' Ben de sikilmeye, acı çekmeye ne kadar meraklıysam hemencecik ''Tamam'' deyip, biletimi ertesi güne alıp, Çanakkale'ye yolculuğa çıkıyorum. Sevgili dostum sağ olsun beni otogarda karşılayıp Çanakkaleyi gezdirmeye koyuluyor. Gezdirme dediysem de; sahil kordonu, çay bahçeleri ve karşı tarafı. Bitti, bu kadar. Gerçi bana şehitlik abidesi yetti de arttı. Çanakkaleyi bilenler bilir; Donanma Çay bahçesine gidip oturduk. Daha sonra onlar geldi, o geldi. Bilmem kaç senedir kapalı olan gönlüm onun gelmesiyle hareketlendi, canlandı tekrardan ve eminim bu hal ve hareketlerime de yansımıştır. Tanıştık, konuştuk, güzel şeylerden bahsettik birbirimize. Daha sonra da yarın yine aynı yerde buluşmak üzere sözleştik. Sözleştik sözleşmesine de, yarın ben gidiyorum. İzmir'e döneceğim. Ama öyle bir şey olmadı tabii. Hemen dostumla Pamukkale Turizm'e gidip benim yarın ki bileti açığa aldık. Şimdi sizde diyorsunuz ''Sen de gerçekten sikilmeye, acı çekmeye kafa tutmuşsun be.'' Evet, haklısınız. Ama gönül bu, laf dinletemiyorsun ki. İlk görüşte aşk var mıdır, bilmem ama; hoşlantı ve sol tarafı kıpır kıpır eden his ve duyguların olduğuna eminim. Ertesi gün oldu ve biz yine aynı yerde görüştük. Okey oynadık bu sefer. Çiğdem'le eştik biz ve hep kaybediyorduk amınakoyim. Olsun, oyunda kaybeden biz olalım sadece. Sadece oyunda... Oyunumuz bittikten sonra sahilde yürümeye çıkmıştık. Arkadaşım sağ olsun, benim durumumu bildiğinden ötürü kendisi ve arkadaşı önde yürüyüp ben ve Çiğdem'i bilerek arkada, yalnız bırakıyordu. İşte o an bizde güle oynaya onların arkasından yürüyorduk. Daha sonra bana ''Hadi fotoğraf çekilelim'' dedi. Telefonumu çıkarmadan daha koluma girip sarıldı. Ne güzeldin sen öyle be. Saçların dokunuyordu tenime. Sıktığın parfümün kokusu geliyordu burnuma. Hep böyle kalabilirim ben, ya sen ?.. Gitme vakti öyle veya böyle geldi. Otobüste ki yerimi alıp kulaklığımı takip müzik dinleyip hayal kurmaya çoktan başlamıştım bile. ''Ahmet Aslan - Susarak Özlüyorum.'' adlı şarkıyı o andan itibaren ben ve Çiğdem'e armağan ettim. Gerçekten de öyleydi. Susarak özlüyor ve seviyordum. Benim duygularımı ve ne hissettiğimi bilmiyordu Çiğdem. Ben yaşıyordum yine kendi kendime. İzmir'e geldiğim zaman konuşuyorduk onunla yine. Daha sonra bana sorduğu sorular çok ibnemsi sorulardı. Yani onu sevdiğimi öğrenmiş ya da ilk baştan biliyormuş da benim de bunu ifade etmemi bekliyormuş tarzdan sorular. En sonunda ben yine bir şey demedim ama o şarkıyı, ''Susarak Özlüyorum''u ona atmıştım ve ''İşte, ben de seni bu şarkı gibi özlüyorum...'' demiştim. Daha sonra bana Skype'dan görüntülü konuşmamızı söylemişti. Kabul ettim ve Skype'tan konuştuk. Yaklaşık 3 saat 26 dakika boyunca... o geçen zamana küfür edemem çünkü onu görmüştüm. Gülüşünü, mimiklerini. Sesini duymuştum. Attığı kahkahaları. Ama ondan sonrasında her şeyin amınakoyim. ''Sen tanıdığım en iyi erkeklerden birisin. Çok güzel düşüncelerin ve çok güzel bir kalbin var. Eğer bir sevgilim olmasını isteseydim o kesinlikle sen olurdun. Ama biliyorum ki; tartışacağız, küseceğiz ve ayrı kalacağız. Ben seni kaybetmek istemiyorum. Olmasın bizden. Ben seninle hep konuşmak istiyorum çünkü.'' Bir kız size bunları ya da bunlara benzer şeyler diyorsa sakın ama sakın inanmayın. Ben güzel değilim Çiğdem. Seninle güzeldim ben. Senin gülüşünle, seni düşünerek güzeldim ben. Beni kaybetmek istiyorsun çünkü bunları söylüyorsun. Bu söylediklerin karşı tarafı üzmemek için sarfedilen cümlelerden başka hiçbir şey değil. Olsun Çiğdem. Hata bendeydi zaten. Siktiğimin kalbi onca seneden sonra seni görünce duygulandı. Ben de hemen aldanıp kaptırdım kendimi. Pişman değilim. Bana tekrardan sevgi duygusunu ve birini sevme olayını yaşattın çünkü. İyi ki tanımışım seni.

     Daha sonra hiç konuşmadık tabii. O gün ne olduysa oldu ve BİTTİ. Geriye sadece onunla birlikte kalan fotoğraflarımız ve anılarımız kaldı. Olsun, bunlarda güzel...

26 Ağustos 2017 Cumartesi

İlk Aşk



     Hayatım, aramak, bazen ne aradığını bile bilmemek ama sonuçta hiçbir şey bulamamaktan ibaretti. Yine, hep öyle oldu.

     İlkokul zamanlarım çokta eğlenceli ve başarı dolu geçmemişti. Sürekli dayak yiyor, azar işitiyordum. Gel zaman git zaman ilkokul dördüncü sınıfa geçmiştim. -İnanın bana nasıl geçtiğimi ben de bilmiyorum.- Sınıftaki kişiler ile uzun zaman hiçbir ilişkim olmadı. Hani yeni bir sınıfa geçince ya da sınav zamanı en arka sıraya geçip köşeye oturan tipler vardır ya, hah! işte ben de öyleydim. Sol arka tarafta pencerenin hemen yanında ki arka sırada otururdum hep. Normalde şeytan gibi çocuğumdur. Yerimde durmam pek. Ama sınıfta öyle biri vardı ki... insan, aşık olunca ne kalbine ne de gönlüne söz geçirebilir. Şimdi diyeceksiniz ki, ulan daha dördüncü sınıftasın neyin aşkı bu? Bildiğiniz aşk işte. Önce saçlarına, o kıvırcık sarı saçlarına.. parmaklarımın saçlarının arasında dolaştığını hayal ederdim. Sonra mimikleri. Çok tatlı mimikleri vardı, küçücük dudağı ve harika bir teni vardı. Bütün bunları sadece ben kendim biliyor, kendi kendime düşünüyor ve kurguluyordum. Çünkü yanına gidip konuşacak gram cesaretim yoktu. İtiraf ediyorum: Çizgili defterimin çokça sayfasını onun ismiyle doldurmuştum hep. Sol yanım onunla dolup taşmış, çizgili defter ne ki ? Daha sonra ne olduysa -keşke olmasaydı- yakınlaşmaya, konuşmaya başladık birbirimizle. Benim gibi bir öğrenci o en arka, kuytu köşedeki sıradan kalk, en ön sıraya, kızın önüne otur. Hemde tek başıma. Lükse bak amınakoyim! Öğretmenler, yanıma kaç kişiyi oturttu da tenefüste tehtid edip ya da bazılarını dövüp geri kaldırdım yanımdan. Çünkü Hazal vardı arka tarafımda. Bir başkasının görmesine bile dayanamadığım o ilk aşkım... ben basketbolu seviyordum, Hazal'da. Ben müzik dinlemeyi ve söylemeyi seviyordum, Hazal'da. Boş derslerde tahtanın önüne geçip ''Sözlerimi geri alamam...'' şarkısını söylemesi hala kulaklarımda canlanıyor. Hele ki şarkıyı söylerken o küçük küçük dans hareketleri... Hazal ile bilmem nasıl oldu ama bayağı yakınlaşmaya başladık. O zeki bir kızdı hemde fazlasıyla. Bense tembel, avare bir çocuktum. Derslerde hocayı boş verip, arkama dönüp Hazal ile muhabbet ederdik. Hoca farkedince hemen suçluluk durumunu kendi üzerime alırdım ama Hazal hiç izin vermezdi. O da ortak olurdu ve birlikte işitirdik azarı. Ökkeş hoca vardı, Fenci. Benim fen bilimleri ile şu ana kadar hiç alakam olmadı. -Fizik hariç.- Beni kaldırıp soru sordu. Ben ayakta mal mal düşünüyor, etrafa bakıyordum. Sonra bir ses. Allah'ım! ne de güzel bir ses. Kısık da olsa, birilerine yakalanmamak için hafifte olsa Hazal'ın bana yardım etme sesi. Kulağımla duymayı bırakın, sol yanımla bile duyuyordum onun söylediklerini. Hazal sayesinde tüm sınavlarım iyi geçiyordu. Kopya çekmeyi bilmeyen o kız, bana tüm sınavlarda kopya veriyor ve iyi bir not almamı sağlıyordu. Bizim zamanımız da SBS vardı. Tabii, öyle böyle sınıf atlıyorduk ve sınav heyecanı sarıyordu herkesi. Ailem, bana sormadan beni dershaneye kayıt etmişler. Sınav yaklaşıyor, oğlum dershaneye gidip sınavına daha iyi hazırlansın, diye. Yahu sevgili ailem, bana niye sormadınız ? Dershaneye ödeyeceğiniz taksitlerin parasını bana verseydiniz ben şu an ODTÜ ya da Boğaziçin'de olurdum. -Olmadı.- Akşam annem verdi haberi. Elinde dershane çizelgesi ile. Sabah erkenden sınav varmış. Bu sınavda alınan puana göre öğrencileri en iyi sınıftan en kötü sınıfa yerleştirmek içinmiş. Ben tabii ki en kötü, en son sınıfa düştüm. 706. 701-702-703 en zekilerin olduğu sınıftı. 704 ortadan hallice. 705-706 ''Dipteyim, sondayım, depresyondayım...'' sınıfıydı ve ben de 706'daydım. Sınıfın en kolpa çocuğuydum. Hocalar benimle baş edemediğinden artık onlarda bana alıştı ve ''Beni böyle sev seveceksen'' sözüyle öyle sevdiler beni. Allah yukarıda, hiç kimseye bir saygısızlığım olmamıştır. Derste, hoca varken bile küfür ederdim ama asla kişisel olarak değil tabii. Hayatımda ilk defa dershanede iken çokça çevrem, arkadaşım olmuştu. Sınıfımda ki tüm kızlar bana hastaydı. Hasta derken öyle aşk anlamında değil. Sempatik, komik çocuğum şimdi, ondan mütevellit yani. Hafta sonu dershaneye sabahın köründe geldiğim vakitlerden biriydi yine. Allah'ım! Allah'ım gerçek mi bu? 2 derece miyopum acaba yanlış mı görüyorum ? Hayır, yanlış görmemiştim. Oydu işte. Her zerresine aşık olduğum ve her zerresini ezberlediğim ilk aşkım, Hazal. Dershaneden içeri girmişti. Ulan kaç ay oldu ben şimdi mi görüyorum bu kızı ? Bir yandan kendi kendime sitem ederken bir yandan da sevgili aileme teşekkür ediyordum; beni bu dershaneye kayıt ettirdikleri için. Meğersem Hazal'la aynı dershanedeyiz. O çok zeki olduğu için 701. sınıfta haliyle. E, ben de gerizekalı olduğum için en son sınıftayım ve onu görmemem çok normal. Ama yine de kendi kendime sormadan edemiyordum: Ulan, hiç mi görmedin sahi ? Koridorlarda, aşağıda, etüt odalarında ? Hayır, gerçekten de hiç görmemiştim. Arkasından koşarak ''HAZAAAALLLĞĞĞ'' diye bağırıyordum. Merdivenlerde yakaladım onu. Bu kız çok hızlıydı bir de. O zamanlar Hüseyin Bolt yoktu ama Hazal vardı işte...
''Aaa! sen de mi bu dershanedesin? Çok iyi, n'aber?'' Kaç aydır bu dershanedeyım hemde. Benim ayıbım Hazal. Benim ayıbım ilk aşkım. Seni görmemek, burada olduğunu bilmemek benim ayıbım, özür dilerim. Diyemedim tabii bunları. ''Evet, ailem yazdırmış beni. Çok işe yarayacağı yokta işte...'' Seni gördüğüme çok sevindim Hazal. Şu an midemde değil kelebekler; Nuh'un gemisi dolaşıyor Hazal... desene olm bunları, niye sessizce içinden konuşuyorsun ? Kendim söyledim, kendim duydum ve kendim biliyordum, hep olduğu gibi. ''Kaçıncı sınıftasın peki ? 706, değil mi?'' Kurban olduğum, nasılda biliyor beni. ''Evet. Sınıf iyi ya. Hocalar filan bayağı muhabbet kurduk birbirimizle.'' ''Bizim sınıfa geçmeye çalış. Bir sonraki sınıf atlama sınavında. Yanım boş. Hem basketbol konuşuruz hemde eğleniriz.'' Sen bana öl de, ölürüm ben be Hazal. Ama amınakoduğumun sınavında bir türlü yükselemiyordum. Eh be Hazal! ne var sanki bu kadar zeki olacak. Hayır, en son sınıfa düş demiyorum da bari ortalarda filan kavuşsaydık. Ne yaptıysam olmadı. Ulan bir insan tüm sınavlarda nasıl eksi net çekebilmeyi başarırdı, hayret. Allah'ım! bana bu kadar duygusallık, düşünce ve iyi niyet vereceğine biraz da zeka verseydin, ne olurdu ? Sınıf atlayamamıştım belki ama sürekli Hazal'ın yanındaydım. Konuşuyor, sohbet ediyorduk. O gülünce benim içim geçiyordu. En son çok ciddi bir şekilde ben bu kızın okuduğu sınıfa geçmeyi kafaya koymuştum. Gizem diye bir kız arkadaşım vardı. O da zekiydi. 702. sınıftaydı o. Bununla oturup konuştum. Sınavda birlikte oturup bana kopya verecekti. Kabul etti sağ olsun. Ama yine olmadı. Oldu da 701. sınıf değil 703. sınıf oldu. Gizem de 701. sınıfa yükseldi. Allah'ım! bu kadar mallık bana fazla, gerçekten. Ama dershane zamanlarımın ilk defa en yüksek sınav sonuçlarını alıyordum, Gizem sayesinde tabii. Ailem, inanmıyordu bana. Bunu benim oğlum yapmış olamaz, diyordu. Heheheyt! sevgili ailem, elimde kapı gibi sınav sonuç belgesi var, al, buyur bak. 703. sınıfa geçmem de bir şeydi. Çünkü Hazal ile aramda sadece tek bir sınıf vardı. Dershane saatlerimiz aynıydı. Yani bu demek oluyordu ki benim için; Hazal ile beraberim. O gün, cehennemin dibini boylamaya imza attığım gün geldi çattı sonra. Hazal, Fen Bilgisinden etüt almıştı ve benimde gelmemi istiyordu. Ben de kabul ettim ve ismimi yazdırdım. Fen Bilgisi filan hikaye arkadaşlar; sevdiğim kızın yanında olacaktım. Ben ona bakınca benim tüm hücrelerim, sistemlerim zaten tavan yapmış oluyordu. Hoca, gel ben sana pratik olarak kendi üzerimden Biyoloji anlatayım, o derece yani. Hazal'ın sınıfında arkadaşları olduğunu öğrendiğim Duygu ve Yasenya vardı. Etüt'de dördümüzdük. Etüt sonrası hep birlikte kantinde bir şeyler yedik içtik ve muhabbet ettik dolayısıyla artık ben de Duygu ile Yasenya'yı tanımış bulunuyordum. Keşke tanımasaydım amınakoyim. Daha sonralar Yasenya benimle daha bir içli dışlı olmaya başladı. Şimdi bende kıza ''siktir git amınakoyim. Ocağıma incir ağacı mı dikeceksin. Git. Benim işim seninle değil, Hazal'la, ne olursun git.'' diyemem, diyemedim de. Keşke deseydim ama. Bazen, sevdiğiniz için kaba da olmak gerekiyor. Kendinizden ödün vermeniz gerekiyor. ''Cahildim, dünyanın rengine kandım...'' Neşet Baba, rahmetle... Meğer bu Yasenya bana abayı yakmış. Duygu ve Hazal'a da bunu söylemiş. Duygu, sürekli yanıma gelip ağzımı yoklamaya çalışıyordu. Yer mi lan Anadolu çocuğu! ''Hazal'ı seviyorum ben. İlk aşkım o benim. Her zerresini ezberlediğim kadın o'' diyemiyordum bir türlü. Diyemediğim için de Yasenya kendini iyice aşıyordu tabii. Ama ilginçtir ki, Hazal bana bununla ilgili tek bir kelime etmiyordu. Kurban olduğum, üzülmüşmüdür acaba? Merak etme sevdiğim. Benim gözüm o sıralar senden başkasını görmüyor. Tenefüste Yasenya bana aşağıda biraz konuşabilir miyiz, diye sormuştu. Aha! yaşadın olm. Kafaya koymuştum, her şeyi söyleyecektim ve bu davranışlarının boşa kürek sallama olduğunu anlatacaktım ona. Kabul ettim hemen. Tenefüste, boş etüt odasında Yasenya ile birlikteydim. Nasıl kasılıyorum, nasıl anlatacağım, ne diyeceğim, bilmiyorum bir türlü. Yasenya, ''Sana bir şey söy...'' ''Söyleme bana bir şey Yasenya. Ben Hazal'ı seviyorum. Dördüncü sınıftan bu yana gözüm, gönlüm sadece onda. Güzel kızsın ama ben Hazal'ı seviyorum. O bilmiyor ama seviyorum. O görmüyor ama seviyorum. İlk aşkım o benim.'' Kafamı sikeyim! Kafamı sikeyim! ulan tamam, biliyoruz, seviyorsun, dolusun ama öyle hayvan gibi söylenir mi? Kafamı sikeyim! Yasenya, ayaklı Trt gibi bu söylediğim her şeyi tek tek Hazal'a söyledi tabii. Ben etüt odasında tek başıma kalakalmış, şimdi ne bok yiyeceğimi kara kara düşünürken Hazal pat diye odaya girdi. Ben daha Hazal bir dakika demeden, Hazal bana bir güzel tokat attı. Sonra bir tane daha. Allahsız! eli de ağırmış, acıyordu. Ama olsun, vur be, bir daha vur. Vurduğun yerde gül biter be senin... ''Sen nasıl böyle bir şey dersin ? Sen benim arkadaşımsın. Sana inanamıyorum.'' Ne dedim be Hazal ? Kötü bir şey mi dedim ? Sadece seni sevdiğimi, ilk aşkım olduğunu söyledim. Her zerrene aşık olduğumu söyledim. Sana bir şey olsa ilk benim canım acır duygularımı, hislerimi söyledim. Evet, arkadaşız. Ama sevdim Hazal seni, engel olamadım. Sen de bu kadar güzel olmasaydın amınakoyim, ne yapim ? Gönül bu, laf dinlemiyor ki. Adını çizgili defterlerime doldurdum. Seni kimseye anlatmadım, kıskanacağımı bildiğim için. Göğüs kafesimde sakladım seni. Sensiz yaşadım seni. Öyle temiz, öyle güzel. Yine diyemedim tabii bunları. Hiçbir şey diyememiştim de zaten. O iki tokatı atıp ardından o cümleleri söyledikten sonra ben buz kesmiştim. Ağzımdan tek bir cümle çıkmamıştı. Dudaklarım bile kıpırdamamıştı. En can alıcı cümleyi de en son söyledi. ''Bir daha benimle muhattap olmuyorsun, sakın!'' Kulağımda, zihnimde canlanmıştı bu cümle. ''Bir daha benimle muhattap olmuyorsun...'' ne demekti bu ? Gerçekten anlamamıştım o zaman. Ya da anlamak istememiştim. Görüşmeyeceğiz mi? Konuşmayacağız mı? E, zaten bunları yapmıyorken bile ben seni yaşıyordum be Hazal. N'olmuş yani?

     Bir kadını gerçekten sevmişsen kalbinden başka hiçbir şeyin kalmamıştır; aslında bir yerden sonra kalbi de yüktür ama taşımaya değer tek yük bu olduğundan, sevgiliyi içinde taşımanın hatırına kendi kalbine tahammül eder insan.

19 Ağustos 2017 Cumartesi

Sıçtı Cafer.





     İçten içe boğulduğumu hissediyorum. Yeni olan bir şey değil bu, sürekli hissettiğim, sürekli içten içe kendimi erittiğimin farkındayım. Sinirli ya da öfkeli değilim bu kez. Aksine çok sakinim. Sakinim ama gram huzurlu değilim. Huzursuzluk ne kötü şey, değil mi ? Paran var, şanın var ama huzurun yok. Ne sikim anladım o zaman ? -Burada benim zengin olduğumu sanmayın, götüme giyecek donum bile yok doğru düzgün.-

     Nerede bulurum huzuru ? Deniz kenarında mı? Denizin dalga seslerinde mi? Ya da sabah vaktinin ilk ışıklarında ötüşen kuşların cıvıltısın da mı? Denedim. Hiçbirinde olmadı. Olduysa bile gelip geçiciydi. Ölmeyi düşünüyorum çoğu kez. Cehennemde, zebanilerin beni diriltip tekrar tekrar sikeceklerini bildiğim halde hemde. Garip. (...) Gün batımının gökyüzüne verdiği renk ne güzel, değil mi? Martılar, o tonun etrafında uçuşuyor. Ellerimi gökyüzüne kaldırıp uçuruyorum. Harika!

26 Haziran 2017 Pazartesi

Rıhtım



     - Yok anne, gelemeyeceğim ben bayrama. Buradan direk Muğla'ya geçeceğim otele. 
     + Çok oldu görmeyeli seni oğlum. Bari kısa da olsa geleydin. 
     - Ben de çok isterdim gelmeyi ama hem bilette yok. Tüm otobüsler dolu. Baktım hepsine. 
     + Son kez bir daha bak sen oğlum. Ek sefer açarlar, gelirsin.
     . . . 

     ''Son kez bir daha bak sen oğlum. Ek sefer açarlar, gelirsin.'' Annem bu lafını demeden önce ben otogara gidip tüm otobüs firmalarına sormuştum. ''Ağabey, ek sefer açacak mısınız? Muavin koltuğunda bile giderim ben'' demiştim. Ama aldığım yanıtların hepsi olumsuzdu. Annem ile konuşmayı bitirdikten sonra bir umut diyerek tekrardan otobüs biletlerine bakmaya koyuldum. Cuma günü, benim canımı dişime takarak bilet bulmaya çalıştığım gün, otobüs firması yeni ek sefer koymuş... hemen aldım biletimi. En ön, 4 numaralı koltuk. Daha sonra annemin ''Ek sefer açarlar, gelirsin'' lafı düşüverdi aklıma. Anne. Annem. Anneler... 

     Mutluydum. Otele, çalışmaya gitmeden önce annemin ve abimin yanına gidecektim, onları görecektim ve onların hayır dualarını alıp öyle gidecektim çalışmaya. Ama eksik olan, beni huzursuz eden bir şey vardı... Cuma günü otobüsün hareket saati geldi ve evime doğru yolculuğum başladı. Az öncede söylemiştim; 4 numaralı en ön koltukta ve tabii ki cam kenarında oturuyordum. Otobüs yolculuklarını seviyorum. 18 saat sürecek olan bir otobüs yolculuğu yapıyordum yine. Kulaklığımı takıp müziğin ben de bıraktığı etkiyle hayal kurmaya, düşünmeye hatta ağlamaya bile başlamıştım. Gece vakti otobüs ışıklarının vurduğu asfalt şeritlerine bakıyordum. Kafamı cama dayayıp önümden hızlı hızlı geçiyorlardı şeritler. Onlarında bir hikayesi var bence... Düşünmekten yorulmuştum. Müzik listemden hafif hareketli, eğlenceli şarkılar dinlemeye karar verdim. 3-4 tane şarkının dışında hepsi dram hepsi ağlamaklı hepsi hasret hepsi özlem temalı. Müzik dinlemekten vazgeçtim. Yanıma almış olduğum Ali Lidar'ın Z raporu adlı kitabını çıkardım çantamdan ve okumaya koyuldum. Üslûp benim için çok önemli ve Ali Lidar'da sanki bunu biliyormuşçasına yazmış kitabını. 2 saatte bitiriverdim kitabı. Hatta bazı yerlerini 2-3 kez okumuşluğum bile oldu. Otobüs şoförü ne zaman kendi yanında ki penceresini açsa içimden küfür ediyordum. ''Amına koduğum! çek dumanı içine sen çek. Biz göt kadar yerde hareketsiz kalalım, sigarasızlıktan harap olalım sen dumanı içine çek!'' diye. Çünkü sigara içeceğini biliyorum. O her sigarasından duman alıp içine çekip bıraktıktan sonra sanki benden bir şeyler kopuyordu. Evime yetişmeye son 2-3 saat kalmıştı. Moladaydık. Şoföre nispet yapıyormuşçasına içiyordum sigaramı. Sigaramı içerek otobüsün arka tarafına geldim. Sonra yollara baktım. Karşımda geçen; tır, otobüs, arabalara baktım.  ''Neyine güvenip gidiyorsun oğlum sen eve?'' dedim, içimden kendime. Derin bir OFFF çekip sigarayı attım yere. 2-3 saatlik yoldan geriye sadece bir trafik lambaları engeli kalmıştı. Yeşil ışık yandığı vakit doğup büyüdüğüm şehrin otogarına giriş yapacaktık. İçimden dua ediyordum ''Allah'ım ne olur bir şey olsun. Geri dönelim biz.'' diye. Ama otobüs muavininin ''Geçmiş olsun'' lafını  duyunca artık geri dönüşün pek de mümkün olmadığını anlamıştım. Nezaketten otobüs şoförüne ''Teşekkürler kaptan!'' dedim. İçimden ''Amına koduğum, aha geldik, getirdin sağ salim tamam; ne oldu şimdi, hı?'' sözlerini sayarak. Eşyalarımı bagajdan alıp kaldırıma çıktım. Bir sigara yaktım. Sonra bir tane daha. Sonra bir daha, bir daha... 6 dal sigara içmiştim. Kaç saat oldu otogarda kalalı bilmiyorum ama tahminimce 1-1,30 saat olmuştur. En sonda pes ettim zaten. ''Olmuşla ölmüşe çare yok'' diyerek taksi çağırıp evime doğru yol almıştım. Taksiciye beni köşede indirmesini, mahalleye girmemesini rica etmiştim. Çünkü annem benim geleceğimi bilmiyordu. Ek sefer açıldığını, bilet aldığımı ve geleceğimi söylememiştim ona. SÜPRAAAYZ yapacaktım yani. Taksiden inip mahalleme girince rahat bir 5 dakika durup süzdüm her şeyi, düşündüm. Tekrar derin bir nefes alarak apartmana, evime gitmeye doğru yola koyulmuştum. Evin zilini çalıp ''Kim o?'' sorusuna ''Sen önce bir kapıyı aç, ondan sonra görürs...'' Tahmin etmişsinizdir zaten bundan sonra olanları; annemin bana sarılışı, koklayışı, heyecandan ve sevinçten gözyaşları akıtması... ''Anne, 18 saat yoldan geldim, yorgunum. Balkona masayı atmışsın. Güzel bir kahve yap da seninle balkonda sigara içerek yad edelim.'' Özlemiştim çünkü annemle balkonda oturup sigara ile kahve içmeyi. Onunla sohbet edip daha ben bir şey anlatmadan benim yaşadıklarımı tahmin edip söylemesini. ''Eşşoğlu eşşek! niye haber vermiyorsun geleceğini. Hani gelmeyecektin?'' ''Geldim işte. Senin hayır duanı almadan çalışmaya gider miyim ben mis kokulum!'' Sohbet, muhabbet, kahkaha ve özlem gidermece havasıydı gerisi işte. Daldım bir an yine o benim lanet olası en karanlık yerime. Çarşamba günü geri dönecektim. Yani 4 gün burada kalacaktım sadece. Hepitopu 4 güncük. Hemen geçer, değil mi? ''Yarrak! geçer amına koyim. O 4 gün senin uykusuzluğunla, sinirinle ve hasretliğinle geçecek'' dedim, kendime. 

          . . . 

5 Haziran 2017 Pazartesi

Tutamaç


                                                                   


                                                                          ...

    Ne çok şey düşünüyordu. Sanki dünya hayatının tüm sorumlulukları omuzundaymış gibi hissediyordu.

    Sigarasını yaktı. İçine çekti, acı acı. Düşüncelere daldı yine. En çokta ''neden mutlu değilim ben'' sorusuna takıldı kendi içinde. Kahkaha patlatıverdi birdenbire. Uzaktan-yakından biri görse, deli bu, derlerdi. ''Kendinle çok çelişiyorsun be!'' dedi, kendine. Evet, gerçekten öyleydi. Kendisine 'gerçekçi' bir insan diyordu hep ve öyle olması gerektiğini vurguluyordu. ''Neden mutlu değilim ben?'' sorusuna da hep bu karşılığı veriyordu; ''Kendinle çok çelişiyorsun be!'' Aşırı duygusal biri kendisi. Hani laf gelişi vardır ya ''Ota boka'' hah! işte kendisi de tamda öyle. Mutlu değilim ben, diyor kendi kendine. Mutlu olamıyorum. Ama sonrada kızıyor kendine. İnanır mısınız, haklı bir kızgınlık aslında. Bu hayatta 'en' çok değer verdiği ve 'en' çok sevdiği kişi, ANNE'si hayattaydı,onun yanındaydı. Abisi de öyle. Eğer şu an hâlâ yaşıyorsa, sebebi de budur aslında. Babası onun için yoktu. Hiçbir zaman da olmadı, olmayacakta. Nefret ediyor, ölmesi için dua bile ediyordu. Orospuçocuğunun tekiydi kısaca. Çevresine bakındığında ya da araştırdığında, annesi olmayan birçok kişi/kişiler vardı. Anne koynunun sıcaklığını hiç bilmeyen, yaşayamayan kişiler... Başını sokacak bir evi de var. Hatta kendine göre çok lüks bir ev yaşantısı sürdüğünü de biliyordu. Karnını öyle-böyle doyuruyordu şükür. Aç kalmıyordu hiçbir zaman. Marka ya da kaliteli olmasa bile, üstüne giyebileceği temiz kıyafetleri de vardı. Bir bilgisayarı ve telefonu da... olmayanlar peki ? Bunların hiçbirine sahip olamayanlar ? Çocuklar! onun en hassas noktası. Kendisi çocukluğunu yaşayamadığı için hep hasretlik çekmişti çocukluğuna ve çocuklara. Resmiyette yaşı ne olursa olsun; akıl yaşı hep üçtü. Çocuk gibiydi. Ama en çok mazlumluğu da çocukların çektiğini görüyor ve biliyordu. Ayaklarında ayakkabıları olmayan; karınları kaç gündür boş olan, anne/babasız olan ve belkide onun gibi çocukluğunu yaşayamayan çocuklar... aslında hiçbirinin çocuk olmadığını kendisi de onlarda biliyordu. Koşup oynayacakları zaman dilimlerinde, hayatı öğrenmişlerdi erkenden. Mücadele etmeyi öğrenmişlerdi. Bu hayatta her zaman 'yalnız' olacaklarını öğrenmişlerdi. Bir kahkaha daha patlattı ve yine kendi kendine ''Neden mutlu değilim ben?'' diye sordu. Gözlerinden yaşlar akmaya başladı ve sonra hıçkırıklı ağlamaya bıraktı yerini. Kendisini böyle de kıyaslayıp, öz eleştiri yapıyordu ve her defasında da ağlıyordu. Evet, evet ama.. benim istediğim... yutkunamadı, sustu. Elleriyle gözyaşlarını sildi  güç bela ve yeniden sigara paketinden bir dal çıkarıp yaktı. İçine çekti acı acı.

    ''Tutunacak bir dal benimkisi'' çıkıverdi ağzından...

20 Mayıs 2017 Cumartesi

Sevmek çok güzel şey aldanmak acı 1 (Derbeder ile Lüküs)


'' Sevmek çok güzel şey aldanmak acı ''


  Her sabah olduğu gibi; yatağından kalkıp balkona sigarasını içmeye gitti. Karnı kaç saatten beri boş,aç Allah bilir. Elini yüzünü bile yıkamamıştı daha. Sigara paketinden dalı çıkarıp yaktı acı acı ve iyice içine çektikten sonra bıraktı dumanı. Ellerini balkon demirlerine koyup kafasını gökyüzüne kaldırdı. İçinden neler neler söylüyordu... sigarası bittikten sonra kendine gelmek için tuvalete, elini yüzünü yıkamaya gitti. Buz gibi suda bilmem kaç defa yüzünü yıkadı. Aynaya bakıp ''amına koyim senin'' dedi. 


  Hayatında bir kez aşık olmuştu. Aşka ve sevmeye dair güzel olan ne varsa ilk kez yaşamıştı onunla. Çocukluğuna hasretti en çok. Sevdiği kadınla birlikteyken, çocuktu. İlk kez bir kadının elini tutmuştu. Yüreği sanki ağzında atıyordu ve ortalık da ona ritim tutuyordu sanki. Gülüş önemliydi onun için. Sevdiği kadın öyle güzel gülüyordu ki, saatlerce onu güldürmekle uğraşıyor ve kayboluyordu gülüşünde. En çok gülüşünü sevmişti.

  Heyecandan içi kıpır kıpırdı. Hani küçücük bir çocuğa en çok istediği şeyi aldığınız vakit o suratında ki ve içinde ki heyecan çarpar ya gözler önüne, işte ondada aynı heyecan vardı. Hem nasıl olmasın ki? Kaç sene önce tuttuğu 'Aşk orucu'nu bozmaya başlıyordu. -Kendisi öyle düşünüyor, öyle yaşıyordu en azından.- Öğlen saat 13.00'da görüşeceklerdi. Tekrardan sevdiği kadın ona gece konuşurlarken ''Erken yat uyu. Uykusuz kalıp, yorgun olma sakın yarın.'' demişti. Bizimkinin umurunda değil tabii. Ama yine sevdiği kadını kırmamak için ''Tamam, merak etme sen'' demişti. Hayatında ilk defa gece erken girmişti yatağına. Uyuyacaktı. Çünkü sevdiği kadın öyle demişti ona. O da tamam demişti. Ne yapıp etse de olmamıştı ama. Vücudu alışmıştı bir kere sabah vakitlerinde uyumaya. Yatağından kalkıp balkona, sigara içmeye çıktı. Gökyüzüne bakıyordu sürekli. Yüzü gülüyordu. İçi sıcacıktı. Belkide uzun zamandan sonra gerçekten de gülüyordu, mutluydu. Bir an sigarasını kül tablasına bırakıp acele bir şekilde telefonunu almaya gitti odasına. Sevdiği kadına mesaj atmıştı. ''Özür dilerim. Uyumaya çalıştım ama olmadı. Merak etme, ben senin yanında yorgun olmam. '' Böyle bir mesajı ona attığı için mutluydu. Çünkü sevdiği kadına uyuyacağını söylemiş ama uyuyamamıştı. Sanki ona yalan söylemişçesine durumu izah etme gereği duyduğu için atmıştı o mesajı. İçi içine sığmıyordu. Bir an önce günün aydınlanmasını ve hazırlanıp sevdiği kadınla buluşmayı istiyordu. Saat 04.00 yatağına tekrar girip belki bundan önce defalarca baktığı telefonundan alarmı bir kez daha kontrol etti. Sabah saat 11.00'a kurmuştu alarmı. Planını, hareketlerini ona göre ayarlamıştı. 11.00'da kalkıp elini yüzünü yıkayacaktı. Duşu akşamından aldığı için tekrardan öyle bir derdi yoktu. Üzerini giyinip evinin hemen karşısındaki otobüse binip aktarma istasyonu olan metro durağına gidecekti. Metroya da binip 7 durak daha gidecekti ve sevdiği kadınla görüşecekti. Planı aynı bu şekildeydi. Alarmın çalmasına daha 2-3 dakika varken uyanmıştı kendisi. Büyük başarıydı kendisi için bu durum. Hemen alarmı çalmadan kendi eliyle kapattı ve telefonundan Wi-fi'yi açtı. Sevdiği kadından mesaj gelmişti. ''Senin şu uyku problemini düzeltmemiz lazım, olmaz böyle. Ben uyandım. Kahvemi içiyorum şu anda. Bana daha yakın olduğu için görüşeceğimiz yer birazdan da hazırlanıp çıkacağım.'' ''Senin şu uyku problemini düzeltmemiz lazım.'' En çok, en çok bu mesajı beğenmişti okuduğuna. Sevdiği kadın onun bu olumsuz durumunu düzeltecekti. Hemen cevap yazdı ''Günaaaaydın! ben de şimdi uyandım. Az da olsa uyudum yine bak ve kendimi harika hissediyorum. Ben de şimdi üzerimi giyinip çıkacağım. Otobüse binip metro durağına gideceğim. Oradan da metroya binip geleceğim.'' telefonu yatağına atarak doğruca elini yüzünü yıkamaya gitti.Tuvaletteki aynada gülen yüzüne bakıp ''Hadi inşaAllah!'' dedi kendine. Odasına geldiğinde tekrardan bu yaşına kadar gelmiş olmasına rağmen kot pantolonu giymeyi pek sevmezdi. Hep eşofman altı ya da pijama altı giyinir öyle çıkardı dışarı, öyle giderdi okula. Bir an düşündü. Acaba yine eşofman altı giyinip öyle mi gitsem, diye. Ama giyinmedi. En son memleketten geri dönünce evine annesi yıkayıp ütülemişti bir güzel kot pantolonunu. Çünkü o giymediği için hep köşede kalıyordu. Giyinse bile hiç yıkamazdı. Sevmiyordu kot pantolon giyinmeyi işte. Üzerini çıkartıp geçirmişti ayaklarından yukarı kot pantolonunu. Kemerini en sondan bir önceki deliğe taktı. Sonra da kazağını giyindi. Aslında hava güneşliydi. Ama akşama doğru esen soğuk rüzgardan ötürü kazağını giyinip üzerine de mavi ceketini giyindi. Cüzdanını arka göt cebine koydu. Sigarasını ve kulaklığını da sol cebine. Telefonu eline alıp sevdiği kadına ''Ben hazırlandım. Çıkıyorum şimdi de.'' diye mesaj attı. ''Tamam, ben de hazırlandım çıkıyorum şimdi.''diye de mesaj geldi sevdiği kadından. Son bir kontrollerini yaptıktan sonra evdeki çöpleri alıp çıktı evden. Otobüse bindi ve aktarma durağı olan metro istasyonuna gelmişti. Telefonunu çıkarıp sevdiği kadına mesaj atacakken tam ''Ben geldim. Şansım varmış otobüs hemen geldi. Sen acele etme. Ben köşede büfede oturup çay ile sigaramı içer seni beklerim'' mesajını gördü. Kötü bir şey yoktu aslında bunda. Sadece sevdiği kadın ondan önce varmıştı. Nefesi kesilmişti. Sanki sokaktaki insanlar onun üzerine yürüyormuş gibi hissetti. Güç bela ''Ben.. özür dilerim. Seni bekletmek istememiştim. Metroya binip geleceğim hemen ben de. Çok özür dilerim!'' diye mesaj attı sevdiği kadına. Sonra telefonu cebine koydu ve sol cebinde ki sigara paketinden bir dal sigara çıkartıp yaktı. Kaldırıma çöküp sevdiği kadını bekletme durumunu sindiremiyordu kendisine. Telefonu çaldı. Sevdiği kadındı arayan. 2-3 kez çaldıktan sonra açabildi anca ve konuştu. ''Ya şapşal! niye özür diliyorsun? -sevdiği kadın gülüyordu bunu söylerken.- Sen geç kalmadın ki. Ben erken geldim sadece. Şimdide büfeye geçtim çayımı söyleyip sigaramı içeceğim. Sen de dikkatlice gel, tamam mı? Bekliyorum ben seni.''  demişti sevdiği kadın. Sevdiği kadının sesini duyunca az önceki modundan bir an çıkıp kendine gelmişti tekrar. Elinden sigarasını atıp doğru metroya yol aldı. -Gerçekten de böyle olmaz mı? Hayatımız bok yolunda giderken, kendimizi kapkaranlık bedenlerimizde hapsederken; sevdiğimiz, değer verdiğimiz kişi/kişilerin seslerini duyunca yahut bir mesajını okuyunca içten, geçmez mi her şey? Tam olmasa bile biraz?- Sevdiği kadın ile buluşmasına son 3 durak kalmıştı. O kalan 3 durak boyunca neler neler düşündü. Metro kapısının camından, kendi yansımasının önünden neler neler geçti gitti. Bir an sanki kendisini formatlanmış şekilde hissetti. Sevdiği kadınla buluşacaktı. Tamam, heyecan vardı elbette ama bu sefer ki heyecan çok başkaydı. Korku ile karışmıştı bu sefer... metrodan inip merdivenleri ağır ağır çıkıyordu. Sanki sırtına 10 kişi binmiş de öylesi ağır çıkıyordu basamakları. Sevdiği kadını aradı. ''Neredesin? Ben geldim. Şu an tam da metronun çıkışındayım.'' dedi. ''Ben de hemen onun yanında ki büf.... gördüm gördüm.'' Telefonu kulağından ayırmayıp kafasını çevirdiğinde sevdiği kadını görmüştü. Ona doğru gülerek adım atıyordu. Gülüşü çok güzeldi. Gülüşü bambaşkaydı. Allah'ım tam da şu an alsan canımı olur. Gördüm ben. Yaşamış da sayıyorum. Al canımı. Telefonunu kapatıp cebine koydu. Sevdiği kadın sadece bir adım mesafe uzağında, karşısında duruyordu. ''Merhabaa!'' diyebilmişti çaresizce. ''Hoş geldin!'' diye de karşılık aldı, sevdiği kadından. Sarılmayı düşünmüştü. Sarılmayı da çok severdi. Kirletilmiş onca güzel duygular arasından sarılmayı kendine hapsediyordu. Bari 'sarılmak' eylemini, duygusunu kirletmeyin diye çabalıyordu. Sarılamadı. Hem zaten daha ilk defa görüşüyorlardı. Neyin sarılmasıydı bu? Aralarında bir ilişkinin ya da benzeri bir durumun olmadığının da farkındaydı. Yine her zamanki gibi sadece kendisi yaşıyordu tüm duygu ve hisleri. Sevdiği kadınla yola koyuldular. Planlarını önceden yapmışlardı zaten: İlk olarak kahve içeceklerdi. Sonra da kitapçıya gidip ellerinde ki kitap listelerinden kitaplarını alacaklardı. Sonra da birlikte yemek yiyeceklerdi ve her ne kadar bitmesini istemese de ayrılacaklardı gün ışığının usul usul kaybolduğu vakit gelince. -Kusura bakma dostum. ''Ayrılmak'' kelimesini kullanmamalıydım. Ama.. kusura bakma işte.- Bir kafeye geçip oturdular. Kendilerini tanıttılar önce. Ama tam anlamıyla değil. Özetle bile değil. Üstünkörü. ''Gülüşün. Gülüşün çok güzel!'' bunu deyivermişti. ''Ne?'' diye sordu sevdiği kadın. ''Hiiiç. Ne oldu? Ben bir şey demedim ki. Tatlı da yer miyiz?'' ''-Gülüyordu sevdiği kadın- yemeyelim, kalkalım da kitaplara bakalım hadi.'' demişti. Kalkıp kitapçıya doğru yürüdüler. Epey yürüdüler hemde. Yürüdükleri yol boyunca sevdiği kadın hemen yanındaydı. Yan tarafında onunla birlikte yürüyordu. Rüzgar saçlarına vurup dağıttığı zaman bazen bilerek az arkasında kalıp hem saçlarının kokusunu hissetmek hemde sevdiği kadının kokusunu çekmek istiyordu içine. Sevdiği kadın bunun farkındaydı. Belki de değildi. Hep o konuşuyordu. Ve konuşurken de tek bir amacı vardı: Sevdiği kadını güldürmek. Gülüşünü görmek. Çok güzel gülüyordu çünkü. Ama içinden de sanki sevdiği kadını sıkıyormuş gibi hissediyordu. Sanki onu zorla konuşturuyormuş gibi hissediyordu. Ne kadar kötü bir şey ikilem arasında kalmak...Gelmişlerdi kitapçıya. İçeriye girer girmez bir anda sevdiği kadını unuttu. Doğruca en kolay ulaşılabilir kitapların yanına gidip sayfaları çevirerek kitap kokusunu çekti içine. Kitap kokusunu seviyordu çünkü. Sonra aklı başına gelip sevdiği kadının yanına gitti tekrar ve listelerindeki kitaplara bakmaya koyuldular. Sevdiği kadın eline alıp incelediği kitaplara bakıyordu. Uzaklaşmıştı sevdiği kadından. Elini çenesinin altına koyup sevdiği kadına bakıyordu. Bakmıyordu, hayır. İzliyordu onu. Kitapların sayfalarını çevirmesinden; elleriyle kitaplara dokunmasından ve yüzündeki mimiklere kadar her şey, her şeyiyle izliyordu sevdiği kadını. Bir an ona baktı ve gülümsedi. Sevdiği kadının ona bakarak gülümseyişini görünce ''Allah'ım tam da şu an ölebilirim, gerçekten'' dedi içinden. Ne kadar güzel bir gülüşü var Yarabbim! Sevdiği kadının yanına gidip iyice sokuldu ona. Kafasını saçlarına götürmüştü. Sevdiği kadının kokusunu olabildiğince içine çekti. Resmen huzurdu bu işte. Kitaplarını alıp çıkmışlardı kitapçıdan ve hemen yanında ki köfteciye oturdular yemek yemek için. İkisi de çok acıkmıştı. Sevdiği kadın ekmek yemiyordu. Zorla ekmek yedirdi. Yoğurt da yemiyordu. Onu da zorla yedirdi. Kendi tabağındakileri ve midesinin açlığını bırakıp sevdiği kadını karşısında yemek yerken izliyordu. Dudakları küçücüktü. Ağzında ki lokmayı yavaş yavaş çiğniyordu. Allah'ım ne kadar güzel! Tam şu an alabilirsin canımı, gerçekten. ''Ne bakıyorsun bana, yesene yemeğini -gülüyordu bunu söylerken sevdiği kadın-'' ''Yiyorum yiyorum. Bak.'' Evet, artık gün ışığı iyice azalmıştı. Ve hiç istemediği ayrılık vakti yaklaşıyordu. Bunun farkındaydı. İçten içe sinirleniyordu. Sevdiği kadınla yürürken onun üşüdüğünü farketti. Hemen ceketini çıkarıp sardı belinden sevdiği kadını. Yan yana yürüyorlardı yine. Sevdiği kadının elini tutmak istiyordu. Ama korkuyordu. Neyden korktuğunu da bilmiyordu ama korkuyordu işte. En sonunda ''Ellerim üşüdü, elini tutabilir miyim?'' dedi, sevdiği kadına. Hiçbir şey söylemeden verdi o güzel ellerini. Elleri birbirlerine kenetlenince sanki hep o kaybolan parçası gelip oturmuştu. Allah'ım şimdi ölebilirim, gerçekten! Otobüs durağına gelmişlerdi. Sevdiği kadın, bir sonraki otobüse binmeyi istedi. Mutlu oldu. Çünkü az da olsa yine yanında olacaktı sevdiği kadın. Ceketi çıkarıp vermişti. Yanağından öpüp ''Hoşça kal'' dedi, sevdiği kadın ve otobüse binip gitti. Yarım saat daha o otobüs durağında kalmıştı kendisi. Gidemedi bir türlü. Ya da gitmek istemedi. Rüzgar iyice sert esmeye başlamıştı. Üşüyordu. Ama ceketi giyinmedi. Çünkü sevdiği kadının kokusu sinmişti ona. Burnuna götürüp kokluyordu, içine çekiyordu. Allah'ım şimdi ölebilirim, gerçekten!

  Eve geleli bir saat olmuştu. Telefonundan tekrar Wi-fi'ye bağlandı. Sevdiği kadından mesaj gelmişti: ''Ayrılalım. Yapamam ben. Her şey için teşekkür ederim ama olmaz. Özür dilerim.''

                                                                        . . .

11 Mayıs 2017 Perşembe

Hı, Ne Dedin ?




    Biz kimiz? -Haydaa! Felsefe'mi yapacaksın şimdide?- Hayır! anlatmak istediğim çok başka şeyler. -sen anlat o zaman ben de şu çaprazımda oturan güzel kıza bakayım.- Sen de, sen de anlamıyorsun beni iç ses. Yusuf Hayaloğlu gerçekten de çok doğru söylemiş: ''Hiçbiriniz hiçbir dilde beni anlamadınız.'' 

    Tam olarak bu. Kesinlikle bu işte.  Evet. Kendi içimde, karanlığımda boğuşurken ses etmesem bile, gözlerim, bedenim, ruhum yalvarır gözlerle bakıyordu size.''N'olur, n'olur kurtarın beni bu karanlıktan. Ben anlatmadan anlayın. Merhem olun bana, n'olur...'' Kendilerini daha tanımlayamayan sadece isteklerini tatmin etmek ile yetinen insan(lar) ile dolu etrafım, her yer!

Biz kimiz? Ne yapıyoruz ya da ne yapmaya çalışıyoruz? 


    Yaşamın bağrına bastığı toz zerreciği miyiz sadece? -Ne diyorsun oğlum ya? O kadar dedim sana; bırak şu Felsefeyi diye. Hep aklını o bulandırıyor.- Saçmalama! Hadi sen o güzel kıza bakmaya devam et. Gülüşü çok güzel gerçekten. 

    Yaşam, olumlu-olumsuz bizlere olanak sunuyor, hep. Ama açgözlülüğümüz; bencillik, egolar,vicdansızlık ve merhametsizlik duygularımız köreldiği için hiçbir şeyi -laf gelişi- tadından yiyemiyoruz. Hep bokunu çıkarıyoruz a*ına koyim. -Özür dilerim, küfür ettim.- Oturduğum yerden etrafıma bakıyorum. Kız/erkek her taraf. Ama nasıllar? Bunlar ne böyle, ne yapıyorsunuz siz Allah aşkına?  Bence ülke olarak en boktan sorunumuz; kendimizi gösterme çabası. 'Ben buradayım, gör beni' deme çabası. Neden ulan neden? Bir keresinde hiç unutmam: Kış ayındayız. Affedersiniz ama götüm donuyor soğuktan. Altıma yün içliğimi giyinmişim. Atlet, uzun ince kazak, kazağım ve ceketim üstümde. Okul yolu düz gider edalarıyla okuluma gidiyorum. Önümde, -bakmasaydın sen de, sana'ne vb.. cümleler kurmayın hemen- kendimden bahsettiğim kadarıyla, o soğuk havaya karşın; fileli çorap giyinmiş, mini etekli, göbeği ve saçı açık bir kız.. Özgür bir ülkeyiz(!) -sözde tabii- herkes istediğini giyinebilir ve herkes istediği şekilde yaşayabilir kesinlikle. Ama söz konusu bunlar değil. Söz konusu olan şey, gösteriş. Söz konusu olan şey az öncede dediğim gibi; ''Kendimizi gösterme çabası.'' Şöyle giyineyim, bunları yüzüme, gözüme süreyim ve herkesin gözü benim üstümde olsun. Niye? Ne gerek var? Bu konu hakkında uzunca düşünmüştüm, okumuştum. Ama yine bir keresinde: Türkü bar tarzı bir mekanda oturmuş; ikinci duble rakımı bitirip üçüncüsünü isterken karşımda bir başka bar tarzı işletme olan yeren, iki kız arkadaş güle oynaya geliyor. Biri, elinde telefon ile konuşurken kulak misafiri olmuştum: 

-''Aysu ile birlikteyim anne. Dışarı, markete çıktık. Abur-cubur alıp eve geri geçeceğiz. Ders notları bayağı birikti sabaha kadar çalışacağız büyük ihtimalle.''

    Bu birinci vaka. Yine aynı yer, aynı ortam -bu sefer üçüncü duble rakımı içiyorum.- Bir başka mekandan üç kız çıkıyor. Ama ortadakinin hali dillere destan... neden peki? Ne gerek vardı? -Ulan hep mi kızlar? Siz erkekler sütten çıkmış ak kaşık mısınız hırbo?- Değiliz. Hiçbir zamanda olmayacağız. Kendi hem cinsimden nefret ettiğim kadar hiçbir şeye bu kadar nefret duymamışımdır ben. Hadi kızlar gelin şimdi de biz erkekleri eleştirelim. -O ne la öyle? Bir de 'ayol' de tam olsun.- 

    Kendi karanlığımda kendim ile zor mücadele verirken çevremdeki hem cinslerimlede uğraşmak var. Ve bu bayağı yoruyor beni. Çünkü ben, işlerine gelmeyecek türden konuşuyorum. ''Kendimizi gösterme çabası'' bir o kadar erkeklerde de var. Buna neden olan örneklere bakacak olursak da; Playboy kılığında takılıp kendilerini adeta ulaşılmaz bir eser sanıyorlar. -Ulaşılmaz dediğime bakmayın. Karşı cinsin tek bir onaylayıcı hareketinde, nakavt!- Ondan sonra, giyim kuşamıyla kendini, kızların ona asla hayır diyemeyeceğini düşündüren hareketler. Hele altında arabası olanlar yok mu... Allah'ım resmen beyin yoksulu kişiler. Arabanın içinden son ses müzik eksik olmaz. Camlar da açıktır. Kafa sürekli bir sağa bir de sola bakar. Ama ön tarafa nadir bakılır. Ula oğlum, asıl bakman gereken yer, ön tarafın. Canını sokakta mı buldun sen? Şimdi sizlerde çevremdeki hem cinslerim gibi ''Sanki sen yapmıyorsun, bakmıyorsun?..'' gibi cümleleri bana savurabilirsiniz. Hayır, yapmıyorum. Çevremdeki hemcinslerimle uğraşmak işte bu yüzden yoruyor beni. 

    Biz ne ara bu kadar vurdumduymaz ve kendimizi yüksekten görür olduk ? Saflığımızı tamamen mi kaybettik? Hele ki vicdan ile merhametlerimizi? Hep mi çıkarlarımıza göre hareket edip seçim yapacağız? Dövmeleri olsun. Sakalları olsun. Kaslı olsun. Ya da tam tersi görüş için; güzel göğüslere sahip olsun. Kalçaları güzel olsun. Fiziği iyi olsun vb... ve bunlar içinde kendimizi değiştirip karşı tarafa ''ben buradayım, gör beni'' dercesine hareket etmek. Saf güzellik olmaz mı hiç aradığımız? Kitap okuyan birileri? Tartışma yapabilen, elinde somut veriler ile konuşan birileri? Ya da, gülüşü güzel olan biri mesela. Kendi çıkarlarımızı tatmin etmek için değilde; ruhumuza, duygularımıza dokunabilecek kişi/kişiler için mücadele etsek?

    Biz kimiz? Biz, bizi yapan kişiliğimizdir. Kimseye bir şey ispat etme zorunluluğumuz yok. Vicdan ve merhamet duygularımızı kaybetmezsek güzel şeylerde, tatmin edici şeylerde peş peşe gelir. Şu ana kadar kendim hiç, 'başkaları ne der, ne düşünür?' diye yaşamadım, hareket etmedim. Çok da olmasa olduğu kadar diyebileceğim bir yaşamım söz konusu. Siz de deneyin. En azından çabalayın. 






























10 Mayıs 2017 Çarşamba



     Ölmek, insanın nefesinin son bulmasıdır. Yıkanıp, kefenlenip, duâlar edilip toprağa kavuşmasıdır.
                                                                      Ölüyorum..

Tanımın açıkladığı gibi olmasa da, ölüyorum. Her gün. Her saat. Her dakika. -Sigara yakılıp, müziğin de verdiği havaya istinaden, gözlerden yaşlar dökülüyor...- Niye Allah'ım niye? Niye bu kadar ağır yük(ler)?

- ''Lâ yukellifullâhu nefsen illâ vus'ahâ lehâ mâ kesebet ve aleyhâ mektesebet...'' ( Allah, kimseyi gücünün yettiğinden başkasıyla mükellef tutmaz (sorumlu kılmaz.) ) 

Gücüm yetmiyor Allah'ım. Oralarda bir yerlerde bunu sende görmüyor musun? Yoruldum. Yaşamaktan yoruldum. Aldığım nefes bile ağır geliyor. Göğüs kafesim daralıyor. Sanki organlarım içimde sıkışmış, çıkmak istiyorlar. Ah bir kusabilsem her şeyi.. rahatlayabilsem. Diğer insanlar gibi; dertsiz, tasasız, huzurlu ve mutlu olsam. Zenginlik, popülerlik, ön planda olma... bunların hiçbiri değil istediğim. Ben bir kuru soğan ile peynire bile talim eder, şükür ederim. Annem, abim olsun yanımda. Aç kalmaya da razıyım. Yoruldum. Çok yoruldum Allah'ım. Her şeyi düşünmekten, kendi ayaklarımın üzerinde, zayıf bedenimle ayakta durmaktan yoruldum. Görmüyor musun sen de Allah'ım ? Bir gün iyi olup geri kalan diğer günler derbeder olmaktan yoruldum. 'Anlık' mutluluklardan yoruldum. Derman olmaya, çare aramaya yoruldum.

                               Yoruldum ve nasıl mücadele edeceğimi bilmiyorum artık ben. 

6 Mayıs 2017 Cumartesi

Hafta sonu okumaları






  • ''İnsan, duygularının apaçık bir biçimde başkalarınca bilinmesini istemez sonuçta.''



  •                             ''Bil ki ey sevgili!

        Ben seni aklımdan hiç çıkarmadım;
                     ben sadece aklımı çıkardım.
                    Ve böyle bilsin bütün dünya,
                 ben aklımı senin râmına değil,
                senin uğruna senden çıkardım.''


  • ''Hevesleri, beklentileri, erteledikleri, kursağında kalmış kelimeleri, kaçırılmış bakışları, gizledikleri, bitirilmemiş mektupları, susuşları ve istemsiz veda edişleriyle tamamlanmamış bir cümledir insan.'' 
                                    Tarık Tufan.. Ve Sen Kuş Olur Gidersin adlı kitabından sözler. 

     Tarık Tufan'a beni çeken çok şey var aslında. Ama en önemlisi, bana en çok dokunanı; kesinlikle üslûbudur. Şimdiye kadar ki yazmış olduğu tüm kitapları okudum. Ve hepside ben de çok derin izler bıraktı. Sanki onun kitaplarını okurken kendimi buluyorum. ''Aha! adam resmen beni anlatmış bu dizelerinde'' diyorum. Kitaplarından altını çizdiğim cümlelerin çoğu benimle de özdeşleşiyor. Kalemini gerçekten okura hitap edecek şekilde sallıyor. Size de tavsiyem #TarıkTufan okuyun,okutun! 


  • ''Terk edilince büyümüşüm meğer. Annem öldüğünde ise ölmüştüm.''

  • ''Biliyorum, kimi sevsem en son hatırladığım görüntüsü gidişi olur.''

  • ''Ona ve onun ağlayışına ağlıyordum ben zaten. Yaşı kaç olursa olsun bütün kadınların ağlamasında insanın kendi annesinin ağlayışını hatırlatan bir şey var, canından can yolar adamın.''

  • ''Sahi, gerçekten de, cennette de aşık olacak mıyız? Orada da kıskanacak mıyız sevdiğimizi ölesiye, öldüresiye. Cennette olabilecek miyiz sevdiğimizle, aramıza ayrılık girmeden? İstememek olmasın orada bari, bırakıp gitmek olmasın hiç olmazsa. Gönül kapıları açık olsun, çalmadan girilsin içeri.''
                     Mahir Ünsal Eriş.. Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde adlı kitabından sözler.


Mahir Ünsal Eriş. Yazdıkları o kadar ben ki.. kurgusu, anlatım özellikleri... Hele ki ikinci maddede yazmış olduğum kitaptan alıntı söz; kızına yazmış olduğu mektuptan bir alıntı. Kurgusu, akıcılığı o kadar mükemmel ki! kitabı okurken gerçeklikle, günümüz yaşantısıyla birebir bağlantılı olduğunu anlayacaksınız. #MahirÜnsanEris kitaplarında, gerçekçiliği farklı boyutlarda çok da güzel anlatabilen bir yazar. 




5 Mayıs 2017 Cuma

Yalnızlığın İdmanı


Güneş: Hadi hadi, benden bugünlük de bu kadar, size kolay gelsin.
Ay dede - Yıldızlar: Eyvallah!

Yine gün yüzü görmeden uyandım. Güneş kızıl rengiyle batmaya, yerini Ay dedeye ve yıldızlara devretmek üzere. Niye böyle oluyor ki hep? Niye ben de normal diğer insanlar gibi; gece saat 23.00'de uyuyup sabah 08.00'de uyanamıyorum? Niye illa ki hep sabah ezanından sonra uyuyorum ve gün bitiminde uyanıyorum? Hayır, imam değilim ki sabah namazını cemaate kıldırayım. Aslında imam olsam, hiç sıkıntı çekmem. Çünkü zaten uyumuyorum. Hatta yatsıdan sonra cemaati bırakmam sabah vaktine kadar tutarım da onları. Sohbet filan ederiz, güzel olur yani.. -Ne diyon sen değişik?-

Kendimi ve yaşantımı öğreneli çok uzun zaman olmadı. Hep biliyordum zaten. Şunu derdim kendi kendime: ''Geceleri, biraz daha mutsuzluk ve çokça düşünmek için var!'' Haksız olduğumu da düşünmüyorum şahsen. Misal, ben hiç gündüz vakti derbeder olan, alkolün kucağına oturmuş, ağlayan ve türkü dinleyip efkarlanan kimse görmedim? -Ulan sanki senin gün yüzü gördüğün mü var? İnsan içine mi karışıyorsun sen, nereden biliyorsun?- Biliyorum tabii! okul var la. Okuyom ben yaaa! ya da dışarı çıkıp markete filan gittiğimde görüp, biliyorum. İnsanların hepsi hayatın ve yaşamın rutin işlerine kaptırmış kendini. Dertler, acılar, kahpelikler o vakit ikinci planda duruyor. Ve eminim ki kendi aralarında da: ''Abi, bırakalım şimdi normal hayat şartlarının görevlerini yerine getirsin bu insancık. Gece çöktü mü biz de o'na çökeriz.'' Bakın tam olarak da böyle demiyorlarsa da ben de bir şey demiyorum! Yılların tecrübesi konuşuyor, lütfen! ama sanırım ben biraz da istisnayım. O müptezel üçlü pezeven*k(ler) hiç peşimi bırakmıyor(lar)ki. Gün aydın olsa bile kendi kendimi sonsuz karanlık kuyuya çekip boğabiliyorum. Eee, düşünün hâl böyle ise gece olduğu vakit hey yavrum hey! hatta heheheeeeeeyt! emin olun bunun sebebini de düşünüyorum ama cevabını bir türlü bulamıyorum. Bulsam zaten böyle olmazdım, değil mi? Çevremde ki insanlara bakıyorum:

Hepsi mi kalabalık. -Burada, hindi kalabalığa girmiş, ne demiş? Bu ne galabaalıık- diye iğrenç bir espri yapmayacağım tabii. -İğrenç diyorsun ama bunu yazarken bile güldün lan- Komik ama. Neyse, konudan çokta sapmayalım. Herkesin bir çevresi, 'iyi' diye tanımladığı kişi/kişileri var. Görüşüyorlar,sohbet ediyorlar vb. Bu hepte devam ediyor böyle. Nereye kadar? Şimdi tekrar kamerayı bana çevirelim: Benim hiç böyle düzenim,çevrem olmadı. Beni arayıp ''kanka, yarın şunu yapıyoruz, çok eğleneceğiz'' diyen birileri de olmadı. Haa, şikayetçi miyim bu durumdan? Sanırım hayır. Çünkü ''samimiyetsiz samimiyetler'' lafına inancım tam. Bir de 'an'lık' mutluluklardan hiç haz etmem. Gece olduğu vakit ve yalnız kaldığımda ben yine kendi dünyamda 'tek' başıma kalacağım, biliyorum. Alıştım artık. Her ne kadar alışmak istemesem de.

Kaç para ulan 'normal insan' gibi olmak?



1 Mayıs 2017 Pazartesi

Dört buçuk

Saat, gecenin dört buçuğu oldu yine.
Ömürden gidiyor, 
saat akmış gitmiş,
gece olmuş,
gün aydınlanmış.
Çok mu?

Bir şarkı mırıldanıyorum kendimce.
Dışarıdan, sabahın habercisi kuşlar eşlik ediyor bana.
Hava sıcak halbuki, üşüyorum,
nedir bunun sebebi?
Yokluğun mu yoksa sensiz anlamı olmayan yaz ayı mı?

Saat, gecenin dört buçuğu.
Ne demişti üstad?
-''Bir bozuk saattir yüreğim,

hep sen de durur.'' 

28 Nisan 2017 Cuma

Darma Duman

içerilerden, çok derinlerden bir ses "sabretmelisin" diyor ya.... öfkemi dizginliyor gibi, sıcak demiri suya sokmak gibi. cossssssssss . . .

. . .
Aldırmazsan aldırma
Ama kendini kandırman gerek
Kandırmazsan kandırma
O zaman sana anlatmam gerek

Kendisi bir garip melek
Ardına düşmeniz gerek
. . . 

şeytan yılların tecrübesi o...çocuğu çok güçlü, bir ordan deniyor bir buradan, "bak o da mutlu", "ne kadar çok seviliyor", "birbirleri için yaratılmışlar", "sen yine yalnızsın" . . . bak yine sinir geldi, biraz daha duman, ciğerler dumansız işlemiyor . . .

. . .
Öyle dertli dertli bakma gören olmaz
Kalbinden söyler ama gören olmaz
. . .

elim hep siyah tshirte gidiyor, üstüne siyah deri montuma, botlarda siyah, Şşşşş sakin, içimiz kararmış dark knight gibi dolaşsak nolur ki ? biraz duman gerek ciğerlere, nefessiz kalmış gibi asılmak gerek, bir dal daha, bir dal daha . . düşmeden önceki tutulan son dal gibi hepsi . .  "çok içme abi" diyor, sana ne y...m diyorum içimden, hepsi içimde, o da diğer hepsi gibi suçsuz çünkü, peki suçlu kim ? suçlu yok ki salak, cevapta içimde,

. . .
arkadaş sen bu değilsin
görünüş sadece giysin
arkadaş niye gücendin
alıştım karıştım ben sana
rüyanda görsen inanma
. . .

27 Nisan 2017 Perşembe

Ba-ba(y)



Benim babam hiçbir zaman benim kahramanım olmadı. -Başlama yine!- Hayır, sus! Hiçbir zaman onun yaptığı şeyleri örnek almadım, alamadım. Herhangi birine ''benim babam dünyanın en iyi babası. Arkadaşım o benim.'' diyemedim. Bana babamı sorduklarında bile yüzüm düşüyor içimden o'na kin ve nefret duyuyorum. Ama yine de onu olabildiğince güzel anlatıyorum çevreme. Sanırım yalan söylediğim tek konu bu. Affedin. ''Ah bu adam benim babam'' şarkısını ne zaman dinlesem ağlarım. Kendi babam hakkında hiç öyle düşüncelerim olmadı benim. Öyle değildi benim babam. Kahramanım değildi. İnsanın zoraki bir şeyler yapması ya da davranması kadar itici bir şey yok bence bu hayatta. Babama karşı ben hep öyleydim. Öyleyim de... Ben isterdim ki:

-Babam benim kahramanım olsun. Ben çocukken benimle ilgilensin. Sabahın erken saatlerinde beni uyandırıp ''kalk hadi balık tutmaya gidiyoruz'' desin. Balık tutma filan hikaye aslında. Benimle vakit geçirmek istediğini hissettirsin bana. Ben gece uyuduğumda; eve alkollü gelmiş olsa bile odama, yanıma gelip onun alkollü nefesini bile hissetmek isterdim. Güven verirdi bana. Ama ben her gece o gelmeden yatağıma girer yorganıma gömülürdüm. Kapıdan içeri girer girmez bir korku, hüzün sarardı beni.
Ben isterdim ki:

-Babam bana hikayeler, masallar anlatsın. Ulan bari kendi hayat hikayesini anlatsın. Annemle nasıl evlendiklerini mesela. Hayatta yaşadığı zorlukları bana anlatarak onlardan öğüt alıp nasıl davranmam gerektiğini. Nelerin yanlış nelerin doğru olduğunu öğrensem.
Ben isterdim ki:

-Babam, kendi ağzından sevdiği şarkıyı söylesin bana. O haliyle mimiklerini izlesem, öğrensem o şarkının onda nasıl etkiler bıraktığını ve o şarkıda babam ile benim şarkımız olsa. Her dinlediğim de aklıma o gelse ve içten derin bir 'ahh' çekip onu özlediğimi hissetsem.
Ben isterdim ki:

-Babam bana çocuk olduğumu hissettirsin. Uçurtma uçurmaya götürsün beni. Ben yapamayıp o öğretsin bana uçurtmanın nasıl uçurulacağını. Ben uçurtma ipini tutarak koştuğumda o da peşimden koşarak gelse. Parka götürsün beni. Salıncakta sallanmak için benimle sıra beklese. Hatta beni düşünüp, salıncaktakilere ''hadi biraz da benim oğlum binsin'' diye rica etse. En yükseğe, en hızlı şekilde sallasa beni. ''Daha hızlı baba! daha hızlı'' diye karşılık versem o'na.
Ben isterdim ki:

-Babam, benim sevdiğim şeyleri bilsin. Birlikte pamuk şekeri yiyip ondan önce ben bitireyim ve bana kendi pamuk şekerini versin hatta o yedirsin bana elleriyle. Kışın, sokakta yürürken akşam vakti kestane alsın bana. Ondan sonra başlasın eskileri anlatmaya.
Ben isterdim ki:

-Babam bana güvensin. Yaptığım -yanlış,doğru- şeylerden dolayı beni incelesin, gözlemlesin. Yanlış yapıyorsam benim anlayabileceğim şekilde anlatsın bana doğrusunu...

Ben isterdim ki -Ehh! yeter be!- Peki peki, yetsin bakalım. Aslında yetmiyor, hiç yetmedi. Bu duygu nasıl bir şeydir, nasıl yaşanıyor hiç bilmedim ben. İçimde hep kendimle kavga ettim ve hep kaybettim. Aslında babam da haklı. Gerçekten. Çünkü daha ben doğmamış iken bile ''Bu çocuğu doğurma'' diyen birinden nasıl bir şey(ler) bekleyebilirdim ki? Neyse, son olarak her şeyi geçtim ama en en çok istediğim masal anlatma olayı var ya... onu yapsaydın bari baba...